125 – Michael Jackson


3 Temmuz 2009

Geçen Cuma sabahı uyandığımda kendime gelene kadar akşam haberlerinden sonra neler oldu diye öğrenmek üzere televizyonu açtığımda BCC kanalında “Breaking News” adı altında acı bir haberle karşılaştım. Michael Jackson kalp krizi geçirip hayatını kaybetmişti. Şimdiye kadar meşhur kişilerin ölüm haberlerini aldığımda nasıl üzüldüysem bu habere de aynı şekilde tepki verdim. Zamansız olanların farklı bir üzüntü yarattığı gibi bunda da karmaşık duygular yaşadım. Bundan önce Barış Manço, Kerim Tekin, Ajlan Büyükburç gibi, bana göre, daha verecekleri çok şey olduğu halde göçen kişilerde sanki kendimden bir şeyler eksiliyormuş gibi geldi.

Yalnız bu arada beni bu ölüm haberinden daha çok haberdeki bir detay ilgilendirdi. Haberde Michael Jackson’ın 50 yaşında öldüğü belirtiliyordu. Hâlbuki, bu bilgi yanlıştı. Kendisi 51 yaşındaydı, çünkü 1958’de doğmuştu. Küçük bir hesap hatası bile olsa tüm televizyonlarda aynı hata yapılıyordu. Bundan nasıl mı emin olduğum sorusunu şöyle yanıtlayabilirim: Ben gazete okumasını ve okurken de tüm haberlerin detaylarını dahil okumayı nedense küçüklüğümden beri pek bir severim. Bu yüzden de çok eğlenceli satır arası haberlerini yakalamışlığım bile vardır. İşte gene böyle bir okuma esnasında bundan belki de yirmi sene önce Michael Jackson ile ilgili bir haberde kendisinin 1958 yılında doğmuş olduğu yazılıydı ve ben bunu bir şekilde kafama yazmıştım. Tam o sıralar televizyonda yapılmakta olan bir yarışmayı annemle birlikte seyrederken sıra müzik sorusuna geldiğinde

Ünlü bir sanatçıyı soruyoruz. 1958 yılında doğmuştur

dediği anda ben anında “ Michael Jackson ” olarak yanıtladım. Annem önce bana acayip şekilde baktı. Bakışlarında

Yuh artık. Böyle bir ipucundan böyle bir cevaba nasıl da varılırmış?

diye bana bir bakış attı ki diğer ipuçları da verilip sonuçta cevabın Michael Jackson olduğu açıklanınca annemin bu kez hayretin yerini alan saygı dolu bakışlarını hala daha hatırlarım. Şimdi düşünüyorum da belki de yarışmada o soruyu hazırlayan kişi muhtemelen benim okumuş olduğum o haberi, gene muhtemelen benim ciddiyetimde okumuş ve aklının bir köşesine yazmış, soruyu hazırlarken de o bilgisini soruya katmıştı.

Şimdi düşünüyorum da televizyonun hayatımıza girdiği ilk günden bu yana yarışmalar hep ilgimi çekmiştir. Bunlardan beni en çok etkileyip katılmak üzere başvurmaya çalıştığım 2 tanesi vardır ki birisine katılmış olmakla beraber diğeri içimde hala bir ukde olarak yaşamaktadır. Ukdeyi yaşatan bir türlü yarışma fırsatını bulamadığım Kenan Işık’ın sunduğu “Kim 500 Milyon İster” yarışmasıydı. Allem ettim, kalem ettim ama bir türlü finallere gidebilmek üzere ön eleme fırsatını yakalayamadım.

Diğer yarışma ise Cem Ceminay’ın TRT televizyonunda sunduğu ve cevapların pür sayılardan oluştuğu “Sayılar Yarışıyor” gibi isimli bir yarışmaydı. Yarışmaya 49 kişi katılıyordu ve katılma koşulu finale kalan 6 kişinin yarıştıkları numaraların birler basamağındaki sayılardan 4 tanesinin aradığınız telefon numarasında bulunması şartıydı. Yalnız verilen telefon numarası sıradan bir şehir içi telefon numarası olduğundan düşürmenin neredeyse imkânsıza yakın olduğu bir denemeydi. Programın finali oynandıktan sonra aradığınız telefon numarasını, eğer ki düşürebilirseniz numaranızı yazdırıyorsunuz, daha sonra da sizi aradıklarında isminizi yazdırıp bir sonraki yarışmaya katılabiliyordunuz.

Osmantan’ın ilk yarışma deneyimi olan bu yarışmaya iki defa yarışmacı olarak katılmayı başardım. Bir keresinde de yedek yarışmacı olarak ortamda bulundum ama esas yarışmacıların tamamı geldiğinden yarışma şansını yakalayamamıştım. Beklerken, hatta daha doğrusu, ümitle beklerken Osmantan Bey ile o kadar göz göze gelmiştim ki bir sonraki yarışmaya asil yarışmacı olarak katıldığımda beni nereden tanıdığını sormuştu.

Bu yarışmalara katılmak isteyenlere tavsiye edebileceğim tek şey acele etmek yerine önce yarışmanın heyecanını yenebilmek için derin nefes alıp belki de ilk bir ya da iki soruyu heba etmek ve tam emin olmadan bir cevap vermemek. Ben işte ilk yarışmamda daha ilk soruda elenip oturmuştum.

Yarışmaya gelirsek şu şekilde devam ediyor. Tam 49 yarışmacı bir amfide oturuyor. Hepsinin önlerinde birer bilgisayar klavyesi var. Soruların cevapları tamamen sayısal. Mesela “Dünya tiyatrolar günü Mart ayının hangi günü kutlanıyor?” diye sorulduğunda 27 sayısını yazıp ENTER tuşuna basıyorsunuz. Ama ola ki soru cumhuriyet 1900 kaç yılında kurulmuştur ise cevap 1923 değil de 23 oluyor. Sorulan 6 soruya da soru sorulmaya başlandığı andan itibaren doğru cevabı veren ilk yarışmacılar yarı finale kalıyordu, yanlış cevabı verenler eleniyor, diğer doğru cevabı verenlerle hiç cevap vermeyenler final için bir sonraki soruyu bekliyorlardı. Ben ilk sorumda 27 olması gereken günü 24 olarak tuşlayıp da entırlayınca hemen elenenler saflarına yarışmayı sonuna kadar seyircilerden farksız olarak seyrettim.

İkinci yarışma için asil yarışmacı olarak gittiğimde kendimden fena halde emindim ve kendimi şartlamıştım. Yarışma öncesi deneme için yapılan antrenman turlarında da diğer tüm yarışmacılara bunu belli etmiştim. O kadar konsantre idim ki ve tüm soruları sanki biliyor gibiydim ki cevapların hepsinde ilk üçe giriyordum ama bir türlü birinci olarak cevabı tuşlayamıyordum. Ama nazar değmesin diye yavaş cevapladığım antrenman sorularında bile en kötü üçüncü oluyordum.

Cem Ceminay da antrenman da olsa sanki gerçek yarışmayı sunuyor gibi konuşuyordu ama altı soru sorulan bu yarışmada hesabının ne kadar zayıf olduğunu her soruda beni hatırlatırken kaç kere kaçıncı olduğumun hesabını bir türlü yapamıyordu. İş gerçek yarışmaya geldiğinde ben gene aynı performansı gösteriyordum ama gene bir türlü şeytanın bacağını kırıp da en hızlı olarak cevabı veremiyordum. Dördüncü soruya gelindiğinde yarışmacıların en yaş bakımından olgunu belki de onbeş saniye gibi bir zamanda İkinci Dünya Savaşı ile ilgili bir soruyu doğru olarak cevap veren tek kişi olarak finale kalmıştı ama ben bu soruya cevap vermeyerek kalan son iki soruya iyice bilenmiştim.

Kader ağlarını örmeye devam ediyordu ve ben kaderimi değiştirecek soruyu bekliyordum ki beklediğim fırsatı beşinci soruda yakaladım. Soruda Batı sınır komşularımızın sayısı sorulduğunda soru sorulmaya başladığından 2 sayısını tuşlayıp Enter tuşuna basmam arasında ikibuçuk saniye gibi bir süre geçmişti. Benden sonraki en kısa zaman ise altıbuçuk saniye gibi benim neredeyse üç katım bir sürede gelmişti ve ben yarışmakta olduğum 49 numaralı masanın 49 numarası ile finale çıkmayı başarmıştım. Daha sonra altıncı soru da sorulmuş ve benle birlikte bu 6 kişi kendi numaraları ile yarı finale geçmiştik.

Yarı finalde sorulan soruların cevapları mutlaka bu altı yarışmacının numaralarından oluşacaktı ve kendi numarası cevap olarak sorulmuş soruya yarışmacı hızlı davranıp da cevap veremezse doğru cevabı veren kişi yoluna devam edip cevabın numarasına sahip yarışmacı elenecekti. Bu arada cevap vermek için tuşa basan kişi cevabı yanlış tahmin ederse bu kez yanlış cevap verdiği için elenecekti.

Ben hemen kendime bir taktik geliştirmiş ve tüm 6 numarayı elimde bize verdikleri yarışmaya katılma sertifikasının arkasına yazmıştım ve soru sorulduğunda bu sayılara bakıp cevabımı ona göre verecektim. Sayılar arasında bir 15 bir de 21 vardı ve ilk soru gece ve gündüzün eşit olduğu Eylül ayındaki gün soruluyordu. Ben ilk sorunun cevabı benim 49’um olmamasına rağmen, biraz eşeklik biraz da acele ile tuşa dokunuverdim. Daha soru tam olarak okunmamıştı ve Cem Ceminay kekelemeye başlayıp soruyu mu bitirsin, yoksa tuşa basan bana bakıp cevabı istesin bir türlü karara veremiyordu ki yönetmenin işareti ile benden cevabı istedi. Ben artık hangi halde isem sanki gece-gündüz eşitliğini Eylül ayının ortasına denk geliyormuş gibi 15 olarak cevaplayınca hem kendimi elemiş hem de sorunun doğru cevabı olan 21 sayısının yarışmacısını elemek şansından mahrum kalmıştım. Zaten kendisi de benim bu ikramımı geri çevirmeyip diğerlerini eleyip yarışmayı kazanmıştı. Bense diğer beş soru sorulup da yarışma bitirilene kadar içimden kendime küfredip durdum. Ah bir şans daha verilseydi nasıl da finali kazanacaktım ama olmadı be anam.

124

126

Yorum bırakın