077 – Salı savunmaları


25 Temmuz 2008

Geçtiğimiz iki hafta boyunca tatilde olup da sorumluluklarımı da yerine getirme adına önce ilk haftanın yazısını yetiştirdiysem de ikinci haftanın yazısı maalesef ki yetişemeyince çareyi kurt yazarlarımızdan destek isteyerek buldum. Ama gördüm ki yazılar yerimi doldurmak yerine eski çamaşırları ortaya dökmek adına yapılmış gibi geldi. Dolayısıyla yazılarda belirtilen noktaları dilim döndüğünce, klavyem yettiğince cevaplamaya çalışayım.

Öncelikle tatilimin bilhassa ilk haftasındaki verimliliğim hem geçen senelere göre iki katı fazla kalacağım mekanın biraz daha oturulabilir olması (esasen emir demiri keser hesabı, yengenizin zoruyla başlanan ama sonucu görününce hanımların işine fazla karışılmaması gerektiğini tekrar anladığım bir durum oluştu) adına işi biraz daha geniş düşünüp çevredeki en büyük yapı market olan evimizin her şeyi İsveçliye ulaşmak adına bir Bebek yapamadık ama İzmir yaptık. Burada reklam olmasın diye şirket ismi zikredilmemiştir ve son zamanların radyolarda en çok çalınan klibine gönderme yapılmıştır.

Dönüşte arabanın hali köyler arası bakkal gibi çalışan, genellikle altlarında steyşın vagon Reno bulunan arabalara benzedik. 2 metre uzunluğunda 3 adet demonte vaziyattaki kutuyu sığdırabilmek için ko-pilot koltuğunu gidebileceği en ön noktaya çekip sırtını da dikleştirince arka koltuğun sırtını yatırıp arabaya sığdırabildik. Bu arada geçenlerde duyduğum ve çok hoşuma giden bir reklamda “eski arabanızı getirin, size yeni bir otomobil verelim” lafındaki araba hafifsemesini taşıdığım yükleri sığdırabildiğim megan için kesinlikle aşağılama amaçlı kullanmadığımı not etmek isterim.

Bornova’ya giderken ve dönerken kullandığımız yolda seneler önce teyzemin unutamadığı bir yolculuğunu da hatırlatacak şeyleri de yaşamadık değil. O zaman teyzemin şehirlerarası yollarda köy çıkışlarında ve durak harici el kaldırıp alınan yolculara verilen ÖRDEK lafının teyzem

Yahu otobüs şoförü yolda ördek gördü durdu, kaz gördü durdu, tavuk gördü durdu, sepet gördü durdu, çöp gördü durdu

şeklinde bulduğu her fırsatta arabayı durdurup normalde 3 saatte alacakları yolu dört saatten fazla sürede aldığı için hıncını belirtmişti. İşte biz de aynı o hesap, yolda outlet gördük durduk, koltukçu gördük durduk, alış veriş merkezi gördük durduk, hatta kırmızı trafik ışığını görmeden sarı yanıyorsa bile durduk. Tabi bu son işlem şu sıralar İstanbul’da insanları hizaya sokmak için konuşlandırılan EDS kameralarının yaptırım gücünden dolayı alışkanlık olması adına atılmakta olan emniyet adımlarından kaynaklanmaktadır.

Artur deyince aklıma hemen pazartesileri Burhaniye’de kurulmakta olan Pazar geliyor. Senelerdir, eğer fırsatını bulursak, bu Pazar yerinden alış veriş etmek hem kalite hem de kantite hesabı faydalı sonuçlar doğurduğundan ziyaret ettiğimiz mekanların başında gelmektedir. Altımızda araba olursa bu bir sorun teşkil etmiyor çünkü yapılan alışveriş aralarda elde birikenleri bagaja yerleştirip sönmeyen alışveriş ateşini körüklemeyi kolaylaştırıyor ama bir de arabasız olduğumuz birkaç sene var ki işte o zamanlarda genellikle otobüsle yaptığımız bu Pazar ziyaretleri bizi epey zorluyordu.

Seksenli yılların başlarında annem, ninem ve o esnada bir haftalığına bizi ziyarete gelmiş kuzenim Simten ile beraber dört kişi pazara gitmek için otobüs durağına gitmek üzere iken muhtemelen sayı saymasını bilmeyen bir karı-koca Artur’lu site komşumuzun “Biz pazara gidiyoruz, isterseniz sizi de bırakalım” teklifinin son hecelerini duymayı beklemeden yanımızda durmuş olan Anadol arabanın arka kapısını açıp kendimizi arka tarafa içeriye tıktık. Önden ninem ve annem, peşlerinden önce kuzenim ve nihayet ben. Çünkü zaten Anadol yapı itibarıyla küçük bir araba, bir de biz dört kişi olunca sığması zor oluyor. Bu arada elimizde pazardan alacaklarımız rahat taşımak için bulundurduğumuz çapı yaklaşık bir metre olan küfeden bahsetmek bile istemiyorum.

Normal şartlarda yirmi dakika sürecek yolculuk ya bana oturduğum durum itibarıyla bitmez tükenmez uzunlukta geldi veya istiap haddini fazlasıyla aşmış olan Anadol’un hızlı gidecek takati olmadığından normalinden çok daha uzun bir zaman sonra Burhaniye merkezine ulaşınca adam pazaryerine bile gitmeye kadar dayanamayıp bizi meydanda indirdi. İnişimiz ise girişimiz kadar kolay olmadı. Tek kişilik yerde iki kişi olarak sığıştığımız Simten ve Ben dışarıya çıktığımızda ayaklarımız uyuşmuş haldeydik, annem ve ninem ise bütün yol kucaklarında taşıdıkları sepetle yekvücut olduklarından indiklerinde ondan ayrılmak istememişlerdi. Alışverişimizi yaptıktan sonra paşa paşa bindiğimiz taksideki keyfimize diyecek ise yoktu.

Tam ekmek içine yediğim sandviçe gelecek olursak, serde zaten delikanlılık var ve ne yersek yaktığımız dönemlerde, bir de muhtemelen Amerikalıya gösteriş olsun diye bir esmer köy ekmeğinin içine reçel sürüp peynirle eşleştirdikten sonra yerken fotoğrafım çekilip de dönüşünde okulda gösterilecek diye yaptığımı zannediyorum. Yalnız bu sandviçin yanında yaklaşık yarım metrelik ama çıtır çıtır bir acurun da eklendiğini belirtmeliyim. Ege yöresine mahsus acurların boyları ne kadar anaç da olsalar çıtırlıklarından bir şey kaybetmiyorlar. Dolayısıyla tam ekmeği yerken bitip de yarısından sonra kuru kalmamak için bu boyutlarda bir sulandırıcı kullanmakta fayda vardır. Sandviçin içerisindeki reçel ve peynir kombinasyonuna gelirsek, ben böyle tatlı ve tuzlu zıtlığını yemeklerimde kullanmayı pek bir severim. Tuzlu ayranın yanında yenen tatlı bisküvi veya kurabiye gibi, şerbete veya eskiden şekerle içtiğim çaya eşlik eden tuzlu karbonhidratlı yiyecekleri hep favorim olarak tutmuşumdur. Büyük kızım Başak’ı hala alıştıramasam da hafta sonları yaptığım kreplerin içerisine reçel ve tam yağlı (hafif tuzlu) beyaz peynirin birlikteliği bir başka güzel oluyor.

Onaltı ve onsekiz meselesine gelirsek, hayatta bu kadar aşağılandığım bir başka durumu hatırlamıyorum dahi. Kendisinin aynı imtihandan almış olduğu yirmili efsane notun yanında hafifsenmiş olup beni aşağılamaya çalışan bu “iyiymiş” lafından sonra bazılarını silip atmam gerekiyormuş ama serde gençlik olduğundan olayı sineye çekmişim. Bu dersi aldığımız Kemal Batova hocamız da ayrıca incelenmesi gereken bir vaka olup aynı imtihanda sanki marifetmiş gibi verdiği düşük notların seviyesi o kadar acınacak durumdaydı ki, tek basamaklı, dikkat edelim notlar yüz üzerinden, notların önlerine sıfır karakteri koymayı ihmal etmemişti. Yani imtihanda 8 alan kişinin kağıdında 08 yazıyordu. Hani yanına bir başka rakam yazıp seksenli yapılmasın diye.

Mısır çarşısı önünde yaşanan meşum olayda ise zaten 12 eylülün getirdiği hafiften paranoyanın yanında bir de kalabalık içerisinde olmanıza rağmen hemen yanı başınızda, hışırdayan yağmurluğu ile kendisini önce fark ettiğim kişi sanki bir de olayı iyice abartıp bir de burnundan solumaya başlayınca içimden ettiğim bir miktar küfür, bir miktar dua ve acaba ne yapmış olabilirim ki birileri peşime düşmüş diye düşünürken, son bir cesaret ile dönüp de son birkaç on saniyeyi, ki bu süre sanki bana dakikalar gibi gelmişti, sıkıntılar içinde geçirmemi sağlayan kişinin okuldaki en yakın arkadaşım olduğunu pişmiş kelle misali gülerken görünce içimden “aman bela değilmiş, neyse kurtulduk” deme ile “hay Allah müstahakkını versin be adam, zorun neydi?” demek arasında gidip gelmiştim.

Yukarıdaki olayla hiçbir bağı olmamasına karşı, olayın meydana geldiği yerin yakınlarındaki şekerci Ali Muhiddin Hacı Bekir’den alınabilecek sakızlı ve fındıklı lokumların da tadına doyum olmadığını hatırlatır, herkeslere lokum tadında günler dilerim.

76

78

Yorum bırakın