070 – Ben oradaydım


30 Mayıs 2008

Gene Perşembe olup da yazımı değil tamamlamak başlamak bile nasip olmadığında içimde beliren sorumluluğun getirdiği vicdani azabın büyüklüğü ile klavye başına oturunca bir gaz, bir heves anlatamam. Sebebi ise geçen haftaki yazıma telefonla gelen iki tane pozitif tenkit. Birincisi yazdıklarımın her satırını okuyup satır aralarında vermeye çalıştığım mesajların alındığını gösterir bir konuşmada benim bir köşe yazarına benzetilmem. Yani bir TOM balığı kelimesinden yola çıkıp mutat iki sayfayı doldurabilmem. İkincisi ise doğru zamanda doğru yerde olmayı başarıp, vermeye çalıştığım genel mesajın tam yerine rast gelip manzara konacak kıvamda okuyanıma faydalı olması.

Kaç zamandır konu bulamayınca kurtuluş çaresi olarak hep düşündüğüm ama yazmaya başlayınca gereksinimini yitiren küçük anekdotlarla zannederim bu haftayı kotaracağım. Konu ise ben oradaydım, yani İnce Lazların deyimi ile “I was there”.

İlki daha geçen hafta bahsetmiş olduğum majestelerinin ilk Türkiye seyahati esnasında aynen Çarşamba gecelerinin vazgeçilmezi Burhan Altintop Beyefendi’nin ulaşmaya çalıştığı majestelerine benim seneler önce Kordon Boyunda bayrak sallamışlığımın olması.

Muhtemelen o zamanlar taşıma olayı bugünkü kadar gelişmiş olmadığından çevre il ve ilçelerden günümüzde parti mitinglerine ve temel atma törenlerine öğrenci taşıma olayları yaşanamıyordu. Bu arada güzel yurdumuzu ziyarete gelmiş, kalburüstü kişiliklere de yaranmak amacıyla etrafı kalabalık göstermek, onlar için bir şeyler yapıyoruz imajını yaratmak üzere majestelerinin geçeceği güzergaha çevre okullardan öğrencileri dizip ellerine de İngiliz ve Türk bayrakları tutuşturup bir jest yapmak üzere güzergaha en yakın okul olarak okumakta olduğum Alsancak Gazi İlkokulu öğrencileri olarak rüzgarlı ama kuru bir gün olarak hatırladığım bir günde hepimizi Kordon Boyundan yürütüp Cumhuriyet meydanına getirdiler. Ön sıradaki öğrencilerin ellerine, muhtemelen majestelerine daha bir yaranıyor görünmek için fazla sayıda İngiliz bayrağı tutuşturup, aralara da birkaç Türk bayrağı ilavesiyle bizleri bir hayli zaman ağaç etmişlerdi. Ben boyumun gereği her zamanki yerim olan arka sırada olduğumdan bayrak israfı olmaması gereği bayraksız olarak ortamda boy göstermiştim. Ama majestelerinin önümüzden arabasından değil inmek, hızını bile kesmeden zart diye geçmesi beni çocuk yaşımda biraz sukutu hayale uğratmıştı. Biz o kadar sıralara dizilip ellerimizde bayrakları sallarken kendileri bizi kaale almayarak önümüzden geçince sanki biraz içerlemiştim ama o zamanın çocukların şimdiki gibi haklarını aramaya pek fazla yürekli olmamasıyla da okuluma geri döndüm diye hatırlıyorum.

Geçmişten hatırladığım ve gene “I was there” dediğim bir başka konu da CimBom’un Neuchatel zaferidir. İlk maçta kıçı kırık bir İsviçre takımından üç gol yiyip dönünce futbolla ilgili, ilgisiz GS taraftarı olmayan herkesin ilgi noktası olmuştum. Benimle o kadar dalga geçildi ki bardağı taşıran damla olan sevgili Bayram Bey’in takılma sırası geldiğinde bir infial yaşayıp:

Sen ne diyorsun arkadaş. Biz orada üç yediysek, burada da beş atarız

diye meydan okudum.
Bu kadar iddialı sözün üzerine de Bayram Bey kaşınıp

O halde iddiasına girelim

deyivermez mi? Laf ağızdan bir kez çıkar misali “Tamam” diyerek iddiaya girdik. Peki ne üzerine girdik? Eğer ben kazanırsam Bayram Bey’in bıyıklarını kestirecektim. Eğer kaybedersem de ben ona bir kazak alacaktım galiba, üzerinden çok zaman geçti unutmuşum.

GalatasarayNeuchatel.jpgNeyse aradan iki hafta geçip de rövanş karşılaşması zamanı geldiğinde her ne kadar tam zamanlı bir çalışan olsam da muhtemelen işyerindeki patronlarla yakın ilişkime dayanarak ben maça gidiyorum diyerek saat on bir gibi bürodan ayrıldım. Bu kısımları nedense gayet net olarak hatırlıyorum üzerinden geçen yirmi seneye rağmen.

Günün ilk güzelliği normalde hep kalabalık olmasına alışkın olduğum “120 Kadıköy-Mecidiyeköy” İETT otobüsü olağandan daha tenhaydı ve seyahati oturarak gerçekleştirmiştim.

İkincisi genellikle sabah saatlerinde geçmekte olduğum Boğaziçi Köprüsü bir hayli tenhaydı.

GalatasarayFenerbahçe4-4.jpgÜçüncüsü ise maçın oynanacağı Ali Sami Yen Stadına geldiğimde etraf bomboştu diyeceğimi zannediyorsanız yanılıyorsunuz, iğne atsan yere düşmeyecek kalabalık bir durum söz konusu idi. Genellikle girdiğim, diğerine göre daha fazla sayıda seyirci kapasitesine sahip Çevreyolu tarafındaki Yeni Açık tribünün önünde fırsat kollamaya başladım. Ne kadar enteresandır ki, on dakika içerisinde diğer kuyruklar tarafından kuşatılıp fark edilmesi çok zor bir kuyruğun farkına varıp muhtemelen on beş, bilemediniz yirmi kişilik bir sıra bekleyip içeri girdim. Tanrım bir sorun olmalı diye düşünmeye de başlamadım değil.
Çünkü aynı mekanda daha önce gene böyle uygun bir şekilde girdiğimiz bir Galatasaray-Fenerbahçe maçında ilk yarı 3-1 bizim lehimize bitip ikinci yarıya da golle başlayınca, arkadaşlarımdan bir tanesi:

Ulan bu işte bir iş var. Her şey o kadar iyi gidiyor ki kötü bir şeyler olacak herhalde. Mesela eve gidince evi yanmış bulacağız veya birinin ölüm haberini alacağız

derken peş peşe gelen gollerle maç 4-4 bitmiş ve o sözlerdeki uğursuzluk sanki yerine gelmişti.

Ben bir iç huzursuzluğu içerisinde beklerken etrafı seyredip kafayı boşaltmayı düşünüyordum ki maçın başlaması ile bu halimden uzaklaştım. İlk yarı 1-0 bittiğinde ben ümidimi hala yitirmemiştim. Nedense Mustafa Denizli’nin o zamanlar meşhur ettiği yüzde ellibir oranı yüzünden ikinci yarı peş peşe gelen goller sanki vakayı adiyeden olarak algılanmıştı. Tribünlerde ise bizler coşmuştuk. Maç 3-0’a geldiğinde eşitlemenin verdiği rahatlığı 4-0’da tur atlamanın getirdiği coşkuya çevirmiştik ki o canım güzel beşinci gol geldi. O golde etrafımdaki tanıdığım tanımadığım (ki tanıdığım kimse yoktu, tek başıma gitmiştim) herkesle kucaklaşırken benim artık aklımda veya gözümün önünde o zamana kadar bıyıksız olarak hiç görmemiş olduğum Bayram Bey’in, hani erkekler bıyıklarını ilk kestikleri anda üst dudakları adeta bir dev misali bir ucu yerde bir ucu gökte olarak görünür ya, işte o hali beliriverdi.

Maçı bitirip sesi kısık bir şekilde büroya vasıl olduğumda Bayram Bey ortalarda yoktu. Ertesi gün geldiğinde hemen ona iddiamızı hatırlattım. Uzunca bir süre kesim işlemini reddedip ayak dirediyse de neticede dürüst bir Anadolu Çocuğu olarak sonunda pes edip bıyıkların dibine darı suyunu ekip bir gün on yaş küçülmüş olarak geldi.

Peşinden yengem Fatoş’un

Kocamın bıyıklarından ne istedin?

sitemlerini duydumsa da fazla üzerinde durmadım. Her neyse, Bayram Bey de yeni görünüşünü daha fazla beğenmiş olacak ki bir kere daha bıyık bırakmaya yeltendiyse de hala daha sonra dumansız ve bıyıksız bir hayatı sürdürmekte. Ben de iddiayı kazanmanın dayanılmaz hafifliğini yaşamaktayım.

Maç esnasında etrafımdaki bazı dümbüklerin sahaya yabancı madde atmaları esnasında birkaç tanesini engellemeye çalıştıysam da tabi engelleyemedim ve bir süre sonra UEFA önce maçın iptaline ve tekrardan oynanmasına kara verdi ama sonra sonucu tescil edip bizi rahatlattı. Bu iptal olayı ilk gündeme geldiğinde aynı işyerinde çalıştığım sıkı FB’li olan Levent’in yolda yürürken “Cim Bom Kümeye” tezahüratlarını duymuş olan bir arkadaşım bunları bana anlatırken kahkahadan yıkılacak sanmıştım.

69

71

Yorum bırakın