059 – FUAR


14 Mart 2008

Çalıştığım şirket, Esit, gibi olan firmalar üretmiş oldukları teknoloji ürünlerini ilgilendikleri sektör dergileri dışında artık bir zorunluluk olan fuarlarda da sergileyerek tanıtıyorlar. Benim de artık çok ilgilenmesem de geçmişte standın kurulumundan, standda görevli durmaya kadar fena halde içinde olmuşluğum vardır. Fuarın kurulacağı günün önceki günü akşamüstü sergilenecek mallar hazırlanır ve bir şekilde, genellikle kullandığımız binek araçlarının arkalarında, koltuklar yatırılarak taşınır, bu arada daha sabah basıma hazırlanmış poster ve duvar yazılarının serigrafi ve baskıdan dönüşü için telefon trafiği hızlanır ve akşamın geç saatlerinde elde edilebilen yapıştırmalar duvarlardaki yerlerine itina ile asılır, sabaha karşı da stand artık neredeyse hazır hale gelmişken yorgunluktan bitap düşmüş bedenler birkaç saatlik uyku ile eksik kalmış işlemleri tamamlamak, fuarın açılması peşi sıra gelecek müşterilere hazır hale gelmek için artık son gayretle harıl harıl uğraşıp açılış saati geldiğinde saatin nasıl olup da bu kadar hızlı işleyebildiğine şaşırmakla olay artık fuarın bitip toplama için enerji toplamaya dönüşür.

Fuarları gezerken tabi hiç kimse sergilenmekte olanların ne meşakkatlerle oralarda durmakta olduğunu düşünmez. Benim fuar gezmekteki ilk tecrübelerim İzmir’de oturmakta olduğumuz senelerde o zamanlar 1 ay boyunca enternasyonal hali süren fuarın, o zamanların tabiriyle açık olan “pavyon”larında gezenlere dağıtılmak üzere hazır bulunan tanıtıcı broşür, kitapçık ve en güzeli varsa eşantiyon toplayarak başlamıştır. O sıralar henüz ilkokul öğrencisi olduğumdan ve ilgi alanıma giren bir aktivite olmadığından renkli ofset baskılı broşürlerden ne kadar fazla toplayıp elimiz ne kadar dolu olarak dönersek o kadar mutlu olurduk. Bu pavyonlarda gezenlerin, hele ki bizim gibi anne babalarıyla hafta sonu gezenlerin en büyük ganimetleri fuarda yer alan farklı ülke pavyonlarının biz çocuklar için hazırladığı balon, kalem, küçük not defterleri, pinpon topu gibi küçük ama bizim için basılı kağıttan daha değerli hediyeleri toplamak en büyük dürtü olurdu.

Sanayi Bakanlığı fuarından gene eşantiyon olarak aldığımız ve o sıralar fuar dışında görmediğimiz kağıda sarılmış kesme şekerler her geçişimizde mutlaka uğrayıp birer tane edindiğimiz ama daha sonra kıyıp da yiyemeyip sonunda çöpe giden oyun araçlarımız alurdu.

Hala daha iş için bile olsa fuar gezerken o zamanlardaki alışkanlıkla küçük hediye veren veya vermesi olası standları daha bir dikkatle ve ümitle gezerim. Ve bu arada kuru kuru sadece mallarını sergileyip sanki bütün paralarını stand kirası için harcamışlar gibi en azından ortaya küçük bonibon şekerlerden koymayanlara da fena halde içerlerim.

Seneler önce şirketimizin İngilizce dilinde en donanımlısı olarak yurtdışında katıldığımız fuarların en önde gelen elemanlarındandım. Daha sonraları satış bölümünün kendi elemanları ile kotarmaya çalıştığı fuarlara artık sadece diğer standları ziyaret etmeye, eğer orada bulunduğum esnada hatırlı müşteri geldiyse bir sorunu olsun olmasın titrimle onu karşılamak ve sohbet etmek için fuar alanlarını şereflendiriyorum.

Fuarlar konusunda ilginç deneyimlerimden biri de eşim Sevgi’yi ilk olarak ikimizin de görevli olduğu böyle bir fuarda görmüş olmamdır. Henüz paniğe kapılmadığım ama ufak ufak da zamanının geldiğini düşündüğüm yuva kurma vakitlerinde kendisini görmüş olduğumdan daha sonra Bayram beyin teklifinde hazırlıklıydım.

Son fuara gidişim ise biraz meşakkatli, biraz yorucu, biraz da sıkıntılı geçti. Önce Cuma günü öğleden sonramı fuara gitmek üzere ayarladım. Ancak her zamanki aşırı gelişmiş sorumluluk duygum dolayısıyla nasıl olsa fuara gidecek olduğumdan giderken unutulmuş, daha sonra hazırlanıp gönderilmeye hazır olmuş, insanlara dağıtılmaktan tükenmiş malzemelerin takviyesi için araç çıkarılacaksa ben gittiğim için götürebileceğimi belirtmek gafletinde bulunmuşum (bunu daha sonra idrak edebildim).

Hareket vakti geldiğinde götüreceğim malzemenin depoda hazır olduğu söylendi. Depoya vardığımda gördüğüm paket beni “beyefendi salon çizgimden” çıkardı desem yalan olmaz. Çünkü götürmem için paketlenmiş malzeme tam 53 kilo ağırlığında bir metal yığınıydı. Fuarda sergilenmek için birleştirilmiş ve kumlanmış olduğundan parçalara ayırdıktan sonra fuar alanında tekrar birleştirmeye çalışmanın mümkün olmadığını öğrendiğimde ilk tepkim malzemeyi götürmemek oldu. Daha sonra ise fabrika bünyesinde kullandığımız el arabalarından birini de arabaya yüklersek gittiğimizde onunla taşıyabilmenin dayanılmaz hafifliğini yaşayabilme çözümü beni malzemeyi arabaya yükletmeye zorladı. Arka koltuğun yarısını yatırıp önce el arabasını yerleştirdik, daha sonra da paketi bagaja koyduk ki yaklaşık onbeş paketlik broşürlerin de fuar alanına gidecek olmasını öğrenmek “ölmüş eşeğin kurttan korkmayacağı” düsturuyla hareketle fazla acıtmadı.

Yola çıkıp köprüyü geçip İkitelli civarına vardığımda evde küçük kızım Burçak’ın hastalandığını duymak beni sıkıntıya soktuysa da kötü gün dostumuz Doktor Bekap’ın (Bir Boyner hizmeti) evlere doktor servisini akıl edip aklımın evde kalmasını engelledim.

Fuar mekanı olan TÜYAP sergi alanına geldiğimizde zaten yük aracı gibi yüklenmiş aracımızla yük girişinden otoparka girişimiz zor olmadı. Önce salon girişinde malzemeleri indirdikten sonra arabayı park ettim ve geri gelip beraber geldiğimiz arkadaşlarımla buluşup el arabasına önce 53 kiloyu, üzerine de broşür paketlerini yerleştirdikten sonra taşımanın en kolay yolu olan çekip götürme şeklini keşfedip önde ben, arkamda el arabası kapıya yöneldim. Kapı iki girişten oluşmaktaydı. Bir tanesi yük girişi, diğeri insan girişi. Benim elim ve neredeyse sırtım dolu olduğundan beni yük tarafına yönlendirdiler. Ben içerisine belki de tam otomatik makineli tüfeklerin sığdırılabileceği paketlerimle yandan geçerken arkadaşlarım ceplerindeki metalleri kenara koyup x-ray cihazından geçerek benim yanıma vasıl oldular.

İçeri girdikten sonra standa kadar olan kısımda koridorları ortalayarak insan sellerini yararak yol alırken insanlar önce benim koridoru onlarla paylaşarak yürümediğim için önce biraz kızgınlıkla bana baktılarsa da peşinden arkamdaki yükün ağırlığını ve cüssesini görerek “seve seve” yol verdiler. Standa varınca önce soğuk bir içecek alıp yorgunluğumu atıp peşinden [eşantiyon toparlamak üzere :)] koridorlara vurdum.

PS.1 Bu arada yazımı gene Perşembe akşamı yazıyorum ve geçen haftadaki gibi beyaz camda “Kim 1 milyon ister” yarışması var ve ilk soru beni kopardı:
Aşağıdakilerden hangisi bir kuştur:
a. Azer Bülbül
b. Minik Serçe
c. Kuşum Aydın
d. Tavus kuşu

58

60

Yorum bırakın