424 – Karantina


Ben hastalığı kaptığımda 404.910.528 olan sayı neredeyse 26 milyon artarak 430,804,875 kişiye ulaşmış. (kaynak: https://www.worldometers.info/coronavirus/). Bu yazıda da Karantina günlerimi yazdım. 

25 Şubat 2022

Sağlık Bakanlığı POZİTİF tahlil sonucum sonrası mesajlarla beni karantinaya sokmuştu. Gerçi ben daha mesaj gelmeden her ihtimale karşı, yanı HIZLI TEST KİTİ’nin hata yapmış OLMAMA ihtimaline karşın, önlemimi almış, kendimi 1 hafta boyunca kapalı kalacağım yatak odasına kapatmıştım. Testi verdikten sonra eve gelirken konuştuğum Eşim ve Kızım da benimle araya en azından bir maske boyu mesafe koymak üzere benim olduğum mekâna girerken maskelerini takar olmuşlardı, zaten çok da gelmemeye çalışıyorlardı. Hatta garanti olsun diye zaten bir gün önceden aramıza mesafe koymuştuk.

Bu arada semptomlar, hızlı-kit ile aynı doğrultudaydı. Hafif bir boğaz gıcıklığı ve öksürük, biraz burun akıntısı, belli – belirsiz bir ateş, halsizlik, eklemlerimde olmasa da sırtta bir ağrı. Peşinden, devamlı kontrol ettiğim e-Nabız üzerinden de Pozitif ibaresini gördükten sonra artık sadece fizyolojik değil, aynı zamanda psikolojik olarak da kendimi hasta olarak hissetmeye başlamıştım. Yatak odası her ne kadar geniş sayılsa da 1 hafta boyunca bu ortamda kalacağım için nedense gittikçe daha küçük görünmeye başlamıştı gözüme. Gelecek Pazartesiyi Salı gününe bağlayan gece yarısına kadar artık bu odadaydım. Banyo ve tuvalet de odada olduğuna göre odadan çıkmak için tek sebep yemek yemekti; o da – Eşim sağ olsun –  tepsi üzerinde getirince artık odadan dışarı çıkmam gereksiz kalıyordu. İçmeyi çok sevdiğim çayım da büyük bardakta gelirken, yanında bir de 2 bardaklık miktarı termos içinde geldiğinden iaşem tamamlanıyordu.

Yani yemim – suyum sağlanıyor, daha ne olsun?

Sabah hızlı kit testimin pozitif çıkmasından sonra toparladığım bilgisayarım ve baş ucumdaki Tabletim dış dünya ile olan bağlarımdı. Tabletteki NETFLIX de can sıkıntımın minimum düzeyde kalmasını sağlayan bir güzellik olarak sıkıntımı biraz hafifletti. Karantinanın ilk saatlerinde hafif bir burun akıntısı ve bir saatten sık olmayan 3-5 öksürük nöbetini saymazsak tek arazım sırtımda yaşadığım sırt ağrısı idi. Onu da esasen koltuk veya iskemleye oturmaya alışkın bedenimin, görece yumuşak yatak üzerinde sırtımı dayayıp oturuyor olmama bağlıyorum. Eşimin ve kızlarımın kullandığı, ama benim daha önce sadece Metin Akpınar’ın tiyatro geçmişini anlatan “İyi ki Yapmışım” belgeseli ve Cem Yılmaz’ın son oyunu “Diamond Elite Platinum Plus” programlarını seyrettiğim bir film-dizi-belgesel platformu olan Netflix, benim can sıkıntımı gideren en büyük yardımcım oldu. Hemen “gündemdekiler, popüler diziler, filmler ve belgeseller arasından kendime uygun bir şeyler bulmak üzere araştırmaya giriştim. Geçen Formula-1 yarışındaki Protoköl (bakınız: https://cumayazilari.wordpress.com/ahkam/422-latince/) olarak seyretmişliğimin getirdiği ayrıcalıkla gördüğüm F1 belgeselini (Formula 1: Drive to Survive), aldığım tavsiye üzerine seyretmeye başladım.

Tesadüfen ayarlarda Orijinal – İngilizce ve altyazı seçenekleri ile seyrederken, dublaj yapsam mı diye düşünerek yaptığım değişikliği onuncu saniyesinde iptal edip ilk ayarlara geri döndüm. Öncelikle, Tarkan’ın bir huşu içinde seslendirdiği belgesel tadında bir ses tonuyla, metni okuyan ve hiçbir canlandırma yapmayan dublajcıyı dinleyerek seyretmenin keyifli olmayacağını o on saniye içinde anlamıştım. Belgesel çok ilginçti. Her biri 10 bölümden oluşan 3 sezonluk dizide, öncelikle takım sorumluları ve pilotların konuşmaları ile belgeseli hazırlayan gazetecilerin yorumlarının yer aldığı ve her ne kadar milyon dolarlık oyuncaklarla eylemlerini gerçekleştiriyor olsalar da, ego çatışmaları ve olayların, baş parmağı işaret parmağı üzerinde ileri geri yaparak gösterilen “tamamen duygusal” dürtüleri farklı bakış açılarıyla izlerken iyi bir Formula-1 seyircisi olmakla birlikte, arka planda dönenleri görmek bana bir hayli ilginç geldi. Zannedersem tüm bu Formula yarışçıları, neredeyse doğduklarından hemen sonra, önce gokart kullanarak pistin büyüsüyle buluşuyorlar. Ardından aralarında en gözü pek ve biraz da deli dolu olanlar basamakları yavaş yavaş tırmanarak motor sporlarının bu en yüksek kategorisinde yarışmaya hak kazanıyorlar. Zaten topu topu 10 takım ve ikişer pilottan 20 kişi ile başa güreşen dört, bilemediniz beş takımın sorumluları en popüler kişiler. Bir de hepsinin kullandığı ortak bir jargon var: Öncelikle, hangi ortamda olmalarına bakılmaksızın kullandıkları her dört kelimeden 1 tanesi F*UCK. Adrenalin artıp, kontrolü kaybettikçe bu oran gittikçe yükseliyor. Mesela HAAS adındaki, neredeyse en düşük bütçeli takımın pilotlarının peş peşe 3 yarışta, adeta takımı sabote etmek ister gibi birbirleriyle yaptıkları sürtüşmelerden dolayı birbirlerine çarparak yaptıkları kazaların en sonuncusunda, patron pilotları bir haşladı ki, f*uck’lar havada yağmur olup yağdı.

“Seyrettiğin senin olsun, sen yaşadıklarını anlat” konumuna geri dönersem, Eşimin 3 öğün tepside getirdiği bol salatalı, çorbalı menülerin yanında, her sabah bir coraspin, ilk 2 gün, Sağlık Bakanlığının da tavsiyesi birer Parol, kahvaltı sonraları efervesan vitamin ve bol su ve çay yalnızlığıma yoldaş oldular. Akşamları ritüelimiz olan meyve tabağı da normal zamanlarda soymak benim görevim olsa da, pandemi kuralları gereği teması minimuma indirmek için Eşim tarafından hazırlanarak akşam yemeği sonrası geliyordu. Bu arada günde 3 öğün demlenen çay da, bardaklar ve termoslar dolusu olarak başucumun olmazsa olmazıydı. 1 hafta boyunca odadan çıkmayacak olsam da, normal hayata geri döndüğümde orman kaçkını olmamak adına, her kahvaltı sonrası tıraşımı oldum, her saat başı odayı içerideki olası yoğuşmuş mikroplardan arındırmak üzere havalandırdım ve her ne kadar film seyrederken içim geçiyor gibi olsa da, arada belki beşer, onar dakikalık kestirmelerle, esas uykumu geceye sakladım. Çünkü biliyordum ki eğer normal döngüyü bir bozarsam, daha sonra işe başladığımda, sabah erken kalkıp 10 saatlik mesaide bu alışkanlık kaybı bana sorun yaratacaktı.

Biz, ailecek önlemimizi alıp bir gün öncesinden izolasyona başladığımızdan, Eşim ve Kızımda hiç semptom görünmedi. Onlar da benim karantinamın dördüncü gününde hastalığı kapmadıklarını bir de resmen görmek üzere gidip testlerini yaptırdılar. Sonuçlar açıklanana kadar, üniversite sınavlarına girip sonucunu bekleyen lise son talebeleri gibi heyecan içinde olduklarından, neredeyse her beş dakikada bir e-nabız sistemine girip tahlil sonuçlarına bakıyordum. Malum yapacak daha önemli bir işim de yoktu. Saat 14.30’da verdikleri numune saat 18.30 gibi NEGATİF olarak görününce evde büyük bir memnuniyet dalgası oluştu. Bu negatif sonuçlara ilave olarak hastalığın ilk emarelerinin göründüğü akşam birlikte yemek yediğimiz HES_İzolasyon_e-NabızKayınbiraderim ve kıymetli Eşlerinin de negatif sonuçlarıyla memnuniyet dalgası daha da büyüdü. Ben de bulaştırmanın getireceği bir vicdan azabı sorunsalından kurtulmuş oldum. Bu arada hafta sonu da gelmişti. Cumartesi ve Pazar günleri diğer günlerin aksine ve normal zamanlardaki gibi, daha geç uyanıp daha bir tembellik yaptım. Yani izolasyon olayı ile işe gitmeyip odadan çıkmama durumumu saymazsak normal hayatımı yaşamaktaydım. Cep telefonumdaki HES – Hayat Eve Sığar – uygulamasına girdiğimde daha hiçbir menüye tıklamadan ekrandaki görüntü çok da hoş değildi ama en azından kimseye bulaştırmamak adına izolasyona devam etmem gerektiğini gayet güzel anlatıyordu. Sayılı günün çabuk geçeceği gibi benim 7 günlük karantinam da Salı gününün ilk dakikalarıyla sona erdi. İşyerimin koymuş olduğu kurallar gereği Negatif PCR testi sonucunu görerek işe geri dönebilecek olmam sebebiyle Salı günü hastaneye gidip bir test daha yaptırmak istedim. Ancak Sağlık Bakanlığının koyduğu kurallar gereği, ister semptomlar devam ediyor olsun veya olmasın, beni risksiz olarak gördüklerinden 1 ay boyunca sistemin bana TEST izni vermediğini ama Bakanlık emri gereği işe geri dönebileceğim ve işyerimin benden böyle bir istekte bulunamayacağını belirttiler. Hüsran ile Devlet Hastanesinden ayrılıp işe geri dönebilmek için evimize yakın Avicenna Hastanesine gidip “Kendi Rızamla” bir PCR testi yaptırdım ki sonucu gene Pozitif çıkınca eşekten düşmüş karpuza dönmedim değil. Bu arada kör tuttuğunu öper misali herkes kafasına göre bir meblağ belirlemiş. Testimi yaptırdığım Avicenna Hastanesi PCR testi için 200TL gibi bir fiyat belirlemişken, hemen 50 metre ilerisindeki Eren Hastanesi aynı işlem için 250TL fiyat biçmiş. Ben, tabi, karantina sürem dolduğundan negatif sonuç alacağımı beklerken Pozitif sonuçla karşılaşınca ne olduğu bilemedim. Test sonucumu İK ile paylaştıktan ve semptomlarımın bittiğini belirttiğimden birkaç saat sonra aranıp, üst yönetimin bir toplantı yaptığını ve semptom göstermeyen karantina sonrası çalışanların işbaşı yapabileceği kararı çıkınca maskemi çıkarmadan tekrar işe geri döndüm.

Sağlıklı olmak ne güzelmiş meğer. Hani bir söz vardır ya, “Hastalıktan önce sağlığın, ihtiyarlıktan önce gençliğin, ölümden önce hayatın değerini bilin” hadisinin ne kadar doğru olduğunu bittecrübe yaşadım.

Bir de yeni duyduğum bir doğru saptama. Hayatta 2 şeyi depolayamazsınız: Zaman ve Sağlık

Sonraki yazı – 425 – Spikerler

425

Önceki yazı – 423 – C19

423

 

blog, deneme, haftalık, yazı, 

Yorum bırakın