375 – Yarış (kendisi)


Yarış tamamlandı. Ama ben tamamlayamadım. Şimdi yarış esnasında yaşadıklarım. Daha sonra yarış gezisini ballandıra ballandıra anlatırım artık.

3 Ağustos 2018

TROYA 2018 açık su yüzme yarışı

Tarih tekerrür etti ve Çanakkale geçilemedi. En azından ben ve 7 diğer yarışmacı arkadaşım tarafından. 120 kadın ve 417 erkek yüzücünün start aldığı yarışın ne yazık ki, ne kadar istesem de finişini göremedim. Finişi göremedim ama eskilerin bir sözü vardır: “ölümü gözümle gördüm”, neredeyse o durumu yaşadım diyebilirim.

Geziyi anlatmadan doğrudan yarışı anlatayım, daha sonra geziyi ballandıra ballandıra yazarım.

Yarış_Öncesi.JPGCumartesi günü vardığımız Çanakkale’de hemen aktivasyon merkezine uğrayıp yarış için kaydımı tazeleyip aldığım bone, çip ve boyun askılı tanıtıcı kartımla her şeyim hazırdı ama üzerime giydiğim ve “kadına yönelik şiddete farkındalık sağlamak” amacıyla mor renkte hazırlanmış tişörtümü de giyip enerji vermesi için bol bal ve çikolata eşliğinde sabah kahvaltımı yapıp otelden ayrıldık.

Yarışın toplanma ve finiş noktası olan Kepez halk plajına vardığımızda etraf bir hayli kalabalıktı. Grubum, beni yarışırken beklemek ve bulundukları plaj ortamından faydalanmak üzere deniz kenarındaki şemsiyelerin altında güzel bir yer buldu. Ardından saat 9.30 gibi yarış başlangıcına götürülmek üzere araçlara geçmemiz söylendiğinde mor tişörtü çıkartıp bolca 30 faktörlü güneş kreminden sürünüp artık yarışa hazırdım, ya da öyle hissediyordum.

Haydi arkadaşlar, otobüslere” anonsu ile ayak bileğimde zamanımı ölçecek çip’im Otobüse biniş.JPGtakılı, boynumda isim künyem yazılı yaftam asılı, elimde gözüme takacağım deniz gözlüğüm ve tepeme geçireceğim bonem, ayağımda terliklerimle yalın kılıç mayo ile otobüslere doğru eşim Sevgi ile yola koyulduk. Araçlara doğru giden diğer yarışmacıların benden tek farkları ayaklarına giymiş oldukları otellerde kullanılan kullan-at-terliklerdi. Derken bekleyen otobüslerden ilkine yaklaşınca kapıda beklemekte olan görevli beni süzüp “Bone-çip-tamam binin” şeklinde komutu ile beni içeriye alıp Sevgi’yi dışarıda bıraktı. Artık yarışa doğru gitmeye hazırdım. Otobüsün oturma yerleri benden öncekilerle dolu olduğundan orta kapının önünde ayakta beklemeye başladım. Ardından bizim otobüsün ayaktaki yerleri de dolunca şoför kapıyı kapattı ve ben “herhalde gidiyoruz” diye düşünürken beklemeye devam etti. İçeride her ne kadar klima çalışıyorsa da, hava sıcak, yarışacaklar heyecandan hararetli ve hepsi vücutlarına krem sürülmüş olarak bulunduğundan, durumumuz az sonra İkinci Dünya Savaşında gaz odalarına götürülen Yahudilerden farksızdı. Onlar da elbise ve kıymetli eşyalarını çıkartıp bizden sadece birer mayo eksiği ile gaz odalarına alınmışlardı. Bizim onlardan mayo haricindeki tek farkımız ise onlardaki ümitsizliğin yerine bizlerdeki coşku idi.

Bekleme heyecanı esnasında fark ettim ki, yarışa katılacaklardan sadece ben boynuma isim künyemi asmıştım ve ayaklarımdaki terlikler kullan-at değildi. Ayrıca günlük adım sayımı tuttuğum adımsayarımı da, her ne kadar IP65 koruma sınıfında olsa da çıkarmayı unutmuştum. Yarışmacılar birbiri ardı sıra otobüslere yürüyorlar ancak bizim otobüsün kalkmaya niyeti yokken içimden dua ediyor, eşim Sevgi’nin son bir defa beni görmeyi düşüneceğini umuyordum ki künyemi, terliklerimi ve adımsayarımı vereyim. Ama tüm yarışmacılar otobüslere binip kapılar kapatılıp araçlar hareket ettiğinde tek ümidim start mahallinde kıymetlilerimi teslim edeceğim bir masa olmasıydı.

Otobüsler birbiri ardına yola çıktığında yoldan geçenler bize garipsemiş durumda bakıyorlardı. Çünkü bir sürü çıplak insan, Belediye otobüslerinde balık istifi olarak yolculuk etmekteydiler. Derken otobüsler bir caddenin sağına park edip kapıları açınca hep birlikte aşağı indik ama indiğimiz yer denizden yaklaşık 150-200 metre uzakta bir bulvarın üzeriydi. Derken şoförlerden bir tanesi yoldan gelmekte olan araçları elleriyle durdurup bizim karşı tarafa sağ salim geçmemizi sağladı. Şimdi yapmamız gereken denize doğru olan 150 metrelik mesafeyi kat etmekti. Kat edeceğimiz yer de bir sitenin içinden geçen yoldu. İnsanlar bize acayip bakıyorlar, aramızdaki bazı kadın yarışmacılar da “yahu böyle çıplak bizi yürütmeleri hiç hoş değil” şeklinde şikâyette bulunuyorlardı.

Derken deniz kenarına vardık ki müzik eşliğinde bizden daha önce varmış olan yarışmacılara ısınmak adına kültürfizik hareketleri yaptırılıyor. Ben önce etrafı tanımak, görevlileri bulup emaneti nereye bırakabiliriz diye sormak amacıyla gruba katılmadım ama ne görevli ne de yardım masası bulamayınca bari ben de biraz ısınayım” diyerek kolumu bacağımı oynatmaya başladım. Bu arada hem heyecandan hem de kahvaltı edeli neredeyse 2 saati aşkın bir süre geçtiğinden bir hayli susamıştım. Ama etrafta bize su sağlayacak bir stand yoktu. Birkaç kişi çevredeki evlerden su istenebileceğini birbirine söylese de “Mani oluyor halimi takrire hicabım” felsefem sebebiyle, gururum için kururum, gene de evlerden su istemem diyerek susuzluğumu çekmeye devam ettim. Ardından önce yarıştan birkaç gün önce rahmetli olan ve bu yarışın düzenlenmesine ön-ayak olan olimpiyat komitesi üyesi Arif Türkay Peker adına bir konuşma ve hoparlörden çalınan Tİ işliğinde saygı duruşunda bulunuldu. Ancak muhtemelen Youtube üzerinden bulunan bu saygı duruşu müziğinin hemen arkasından gelen İstiklal Marşı da çalınmaya başlayınca, yarışmacılar, her ne kadar aramızda yabancılar da olsa, huşu ile marşa eşlik etmesinin ardından gelen düdük sesleri ile yarış başlatıldı. Ben hala boynumda künyem, ayağımda şıpıdık terliklerimle ortada kalakaldım.

Artık yapacak bir şey olmadığından önce künyemi boynumdan çıkarıp bir saksının içine Yarış_Start.jpgyerleştirdim, ardından terliklerimle vedalaşıp onları aynı saksının dibine bırakıp çipimin okunacağı mat üzerinden geçip Çanakkale’nin karanlık sularına doğru yürüdüm.

(Resimde en yakın adamın kafasının sağında olan benim. Eşim Sevgi yarış fotoğrafları arasında beni fark edip resmi kopyalamış). Kolumdaki adımsayarımın ise su almayacağını ümit edip bir de attığım kulaçlarda bunları adımdan sayarsa ne ala diyerek suya giriş yaptım. Çanakkale suları beklediğim serinlik yerine bir hayli sıcaktı. Üstelik tam yarış başlayacağı sırada beliren bulut yüzünden iyice kararmıştı. 2. Kordon olarak adlandırılan yerden girdiğimiz plajın suları kumluktu ama nedense fazla yumuşaktı ve etrafımda “bataklık gibi, kumlara batıyoruz” şeklindeki yorumlara uyup ben de dizlerimi biraz geçince kendimi tamamen suya bıraktım. Bu arada suya ilk girenler 50 – 100 metre gibi uzaklıklarda kulaç atmaya başlamışlardı bile. Ben de kulaç atmaya başladım ama hem heyecan, hem etrafın kalabalıklığı, hem de alışık olduğum durgun havuz suyuna göre bir hayli yüksek dalgalar yüzünden daha ilk kulaçtan itibaren zorlanmaya başladım. Suda yüzen çam yaprakları da cabası. Tepedeki bulut yüzünden kararan sularda elime ve yüzüme çarpan yaprak ve diğer yüzen çöpler yüzünden zaten yarış öncesi azalan konsantrasyonum iyice dibe vurdu. Yarış öncesi hedefim olan yarışı bitirebilmek sanki gittikçe benden uzaklaşıyor gibiydi. Artık suda yüzmüyor neredeyse suyun yüzeyinde su yutmadan durabilmeye çalışıyor gibiydim. Ama işin bir güzel tarafı artık yarış öncesi susuzluğumdan eser kalmamıştı çünkü neredeyse her kulaçta bir miktar su mideme ulaşıyordu.

Yarış öncesi bize verilen güzergâh planında önce plajdan dik bir şekilde açığa doğru YarışGüzergah.jpgyüzülecek, derken teknelerin beklediği yerde olan çırpıntının sebebi olan akıntı bulunduğunda sola doğru yönelip çimento fabrikası önünde bağlı kırmızı tekneye doğru yüzüp bir süre sonra plajın üzerindeki bayrağı seçip yarış bitirilecekti. Ancak ben daha akıntıyı henüz görememiştim ama nefesim daralmaya başlamıştı. Aldığım nefesin sesi beynimin içinde ve aynasında yankılanıyordu. Artık hedefim kulaç atmak değil, su yutmadan suyun üzerinde durmaktı. Derken fark ettim ki yarış mesafesi 5 kilometre ve ben daha belki de onda birini bile yüzebilmiş değilim. Etrafımda her ne kadar yavaş yüzerek yarışan yarışmacılar olsa da etraf artık seyrelmiş ve bu az sayıda yarışmacı haricinde birkaç Zodyak ve hakem botu kalmıştı. Nefesimin sesi ise arşı alaya ulaşmaya başlamıştı. Kendimi doğa karşısında bu kadar aciz olarak, daha önce katıldığım yelken yarışları sırasında rüzgârın bizimle kedinin fareyle oynar gibi oynadığı zamanlarda hissetmiştim ama bu daha fenaydı. Orada hiç olmazsa altımızda yelkenli vardı. Burada ise tek başımaydım. Karanlık suyun beni adeta içine çektiğini düşünürken artık gücümün de neredeyse yok olmaya başladığını hissettiğim anda o önemli kararı verdim. Hayat güzeldi ve bir yarış için riske etmeye değmezdi. Ümitsizlikten doğan karamsarlık yerini ufuktan doğan güneşe bırakmaktaydı.

Büyük kararı vermiştim: Yarışı bırakıyordum. Hemen elimi kaldırıp hakem botuna sallamaya başladım. O esnada yanımdan geçmekte olan artçı bir yarışmacı “Amca bırakacaksan, boneni çıkart, onu salla” diyerek bana akıl verdi. Be adam o sırada amca olduğumu nereden gördün diye adama mı kızayım, yoksa bir an evvel sudan mı çıkayım ikilemine girmeden, ama içimden “amca senin babandır” diyerek bonemi çıkartıp sallamaya başladım. Zaten benim daha önceki el işaretimle harekete geçmiş olan tekne bana yaklaşıp kıçındaki merdiveni indirerek kurtarma işlemini gerçekleştirmiş oldu. Teknedeki hakem elini uzatıp yardım talep etse de, önce nefeslenip ardından dengemi sağladıktan sonra tekneye kendi başıma çıktım. Hedefim o an teknenin tabanını öpmekti ama teknede bulunan bir erkek bir kadın hakemin yanı sıra kaptanın çocukları olduğunu zannettiğim iki çocuktan çekinip oturmayı daha uygun buldum. Hakemler önce sağlığım konusunda bir sıkıntım olup olmadığını sorup sıkıntı olmadığını belirttiğimde bu kez numaramı sordular ve ayağıma takılı çipi istediler. Hemen cep telefonlarından uygulamalarına girip 61 numaranın DNF (Did Not Finish – Bitiremedi) mesajını çekip tarihe altın olmayan harflerle geçmemi sağladılar. Hakem hanımdan telefonu ile eşimi aramasını ve yarışı terk ettiğimi ama sağlığımın yerinde olduğunu rica edişim sonrası kullandığım telefonda eşime “Ben yarışı bitirip çıktım ama sizi göremiyorum, nerelerdesiniz” esprisini fazla uzatmadan tekneye çıktığımı, sağlığımın yerinde olduğunu ve teknenin beni bıraktığı zaman onlara ulaşacağımı söyleyip etrafı seyredip anın keyfini çıkartmaya başladım.

Yarış benim için bitmişti ama diğerleri aynı şevkle yüzmeye devam ediyorlardı. Kaptana beni nereden aldıklarını sorduğumda 352 metre cevabı 5 kilometrenin onda birini bile yüzemeden bitirdiğimi gösteriyordu. Kaptanın verdiği 500ml su ise bana abı hayat gibi gelmişti. Her ne kadar yarışıyor, yarışamayıp terk ediyor isem de, serde olan sorumluk sebebiyle içtiğim suyun şişesindeki kapak ve onu bağlayan ince plastiği şişeden ayırıp mayomun cebine koymayı ihmal etmedim. Bu arada tekne yarışı bırakmak isteyen bir başka yarışmacıyı daha aldı. Adam bacağına giren kramp yüzünden terk etme kararı almıştı. Ardından bir beş dakika sonra tekneye mide bulanması şikayeti ile aldığımız üçüncü yarışmacı, beni yalnız olmadığım konusunda sevindirdiyse de, böyle giderse tekne dolacak ve içeride nefes alacak yer kalmayacak düşüncesi sıkıntıya soktu. Ama ne ilginçtir ki, başka bir yarışmacıyı daha tekneye almadık. Zaten gün sonunda, yarışı 6 erkek, 2 kadın, toplam 8 kişi tamamlayamamışız.

Biz tekne içerisinde, çoğu yarışmacı finişe yaklaşmışken, son teknelerden biri olduğumuzdan kollamakta olduğumuz son sıradaki yarışmacılardan bazıları hala daha akıntı peşinde kulaç atmaktan neredeyse karşı sahile yanaştıklarının farkında olmadıklarından hakemler tarafından uyarılıp kırmızı gemiye doğru yönlendirildiler. Ama hissedemedikleri o akıntıda attıkları kulaçların hem seyrek hem de sanki hiç faydası yokmuş gibi oluşu sebebiyle “bunların yarışı bitmeyecek galiba” hissini uyandırsa da farkında olmadan bizim de kırmızı gemiye iyice yaklaşmış olduğumuzu görmek beni şaşırttı.

Bu arada yarışın reklamını yapmak üzere bastırılan tanıtım broşürlerinde, güzergâhın çok cazip olduğu, hem ilk yarış olması hem de yarış parkurunda bulunan denizin 12 metre altında yatan Mesudiye Zırhlısının üzerinden geçecek olma hissi beni heyecanlandırsa da can korkusu sebebiyle fark edemediğim bu ayrıntıyı kaptana sorduğumda beni aldıkları yerin neredeyse o batığın olduğu yer olduğunu söylemesi ilginçti. Hâlbuki ne emellerim vardı yarışa gelirken. Yüzerken bir süre nefes almayı üç beş kulaca çıkartıp aşağıdaki batığın keyfini çıkartmak, batık etrafında yuvalanmış balıkların salınışını seyretmek. Ama HAYALLER ve GERÇEKLER ikilemesi gene iş başındaydı ve KEYİF ALMAK ile YAŞAMAYA ÇALIŞMAK benim yarıştaki durumumu özetliyordu.

Artık yarış bitmiş ve bir hafta evvel Boğaz’daki yarışı da kazanmış olan KKTC’li Doğukan Ulaç 38 dakikada kazanmıştı. Son bitiren yarışmacı ise 1 saat 45 dakikada ama en azından finişi de görerek tamamlamıştı. Finiş noktasına yakın bir yerden tekneden atlayıp, gayet nizami bir şekilde kulaçlar ile sahile çıktığımda karada görevli hakemler sorumluluk sahibi bir şekilde bir sorunum olup olmadığını sordular. Bense kırılan gururumun hayatımdan daha önemli olmadığının bilincinde olarak iyi olduğumu söyleyip sevenlerimin yanına doğru yürüdüm.

Geçtiğimiz sene 2017 Boğaziçi Kıtalararası Yüzme yarışını seyrederken içimde oluşan o yarışa katılma coşkusunu her ne kadar Boğaz’da yaşayamamış olsam da Çanakkale’de gerçekleştirmeyi başarmış, bitirememiş olsam da en azından denemiş olmanın hazzını yaşamıştım. Tekrar aynı cesareti göstereceğimi zannetmiyorken, Eşimin geçen seferin aksine “Gelecek sene tekrar denersin, bu kez bitirirsin” sözleri üzerine bir açık kapı bırakmayı ve tekrar dener miyim düşüncesini kafamda sorgulamaya başladım.

Bakalım…..

376

374

1 comments

  1. Dostumun anlattıkları, bana çok daha düşük şiddette de olsa yaşadığım benzer bir olayı hatırlattı. Ama benimkinin sebebi “Amca”lık durumları değil, olsa olsa gecikmiş bir “”yiğenim” durumlarındandı.

    Hikâye şu:

    Teyzemlerin Yalova’da, Çiftlikköy yakınlarında, bir tatil sitesinde bir yazlıkları vardır. 1977-90 seneleri arasında hemen hemen her yaz, çeşitli fasılalarla ve sürelerle, benim de, zaman zaman ailemle, zaman zaman yalnız (yanlış anlaşılmasın, teyzemler oradayken, bizimkiler yokken) bu yazlığa gitmişliğim vardır. Yazlıkların en cazip tarafı da, hepinizce malum olduğu üzere, “yüzmeyi pek iyi bilmeseniz de”, denizidir.

    Evet, ben de o yıllarda (hoş şimdi de çok iyi bildiğim söylenemez, ya…) yüzmeyi pek iyi bilmeyen bir eleman olarak, gene de denize girmeyi ihmal etmiyordum. Ama şöyle bir avantajım vardı: İskelenin ucundan denize atladığım zaman, ayaklarım zemine değiyor ve o sırada su tam çenemin hizasına geliyordu. Yani iskelenin ucunun yaklaşık on metre civarı, ufak tefek çukurlar olsa da, benim için emniyetli bir bölgeydi. Zaten yüzmeyi de hiç bilmiyor değildim. Ayağım yerden kesildiği anda, birkaç kulaç atıyor, sonra emniyetli bir bölgeye gelip gelmediğimi kontrol ediyordum. Eğer gelmişsem, ne âlâ; yok gelmemişsem, ayağımın yere değmesiyle, zeminden aldığım kuvvetle, birkaç kulaç daha atıp, aynı işlemleri tekrarlıyordum. Kendi geliştirdiğim bu stratejimle, son derece mutlu bir tatil geçiriyordum. Yaşımı mı sordunuz? Söylemesem olmaz mı? Tamam canım, 17, ne olmuş? 17 yaşında, kazık kadar bir adam yüzmeyi çok iyi bilmiyor olamaz mı?

    Bulutlu, denizde çok insanın olmadığı bir gün, gene bu stratejimle, yüzme taklidi yaparak, denizde hoş bir vakit geçirirken, birden benden onbeş-yirmi metre uzaktan bir ses duydum. Bir kız sesi:

    -“Affedersiniz, bakar mısınız?”

    Başım ister istemez o tarafa doğ ru çevrildi. Benden iki-üç yaş büyük bir genç kız bana doğru mahcup bir şekilde gülümsüyordu. Muhatabının ben olduğumu anladım. Ben de ona gülümseyince;

    -“Yüzme bilmiyorum, rica etsem beni iskeleye kadar götürür nüsünüz?”

    dedi. Aman ablacığım, tam da yardım isteyecek adamı buldun. Kız, benim tehlikeli olarak tanımladığım bölgede, yani iskeleden yaklaşık yirmi metre uzaklıktaydı. Yüzme bilmiyorsa, oraya nasıl gitmişti? Acaba benim gibi bir strateji mi geliştirmişti? Belki de o anda, bir tepeciğin üstünde duruyor ve dolayısıyla ayakları yere değiyordu. Çünkü gülümsemesinden, çırpınmayıp sakin duruşundan, o an için tehlike içinde ve acil bir durumla karşı karşıya olmadığı anlaşılıyordu. İsteği, sadece salimen iskeleye ulaşmaktı.

    Da, ben bu işi nasıl becerecektim? Kızın isteğini yerine getirmek, benim için on metre gidiş, on metre geliş, yaklaşık yirmi metre tehlikeli sularda yüzmek demekti. O civarlara hiç gitmemiştim ama, su hizasının genel olarak boyumu geçtiğini biliyordum. Haydi, kıza kadar komik olmayı göze alarak, bir kaç kulaçta bir (o da, eğer yere değiyorsa) ayaklarımı basa basa, bir şekilde gittim diyelim. Ondan sonrasını nasıl becerecektim? Birkaç kulaçta bir, kıza:

    -“Haydi şimdi ayakları mızı yere basalım.”

    desem oluşacak durum pek de hoş olmayacaktı. Üstelik, bir elimle kızı tutuyor olacağımdan, tek kolumla kulaçlarımı atacağım dönüş yolu bayağı çetin geçmeye adaydı.

    Neyse, gözümü karartıp kıza doğru kulaç atmaya başladım. Bir kulaç, üç kulaç, beş kulaç, on kulaç… Allah’ım… Kıza o kadar yakınım ki… Ama bir türlü ulaşamıyorum. En büyük korkularımdan biri de, ikimizin birden ters bir hareket yapıp, başkalarının yardımına muhtaç hale gelişimiz. Neyse, böyle bir rezalet oluşmadan, sonunda kıza ulaşabildim. Sol elimle kızın sağ elini tuttum ve iskeleye doğru beraberce kulaç atmaya başladık. Dönüşümüz, benim korktuğumdan daha kolay geçmişti. Çünkü kendisi, bayağı bayağı yüzüyordu. Onda o gün eksik olan tek şey, bence biraz cesaretti. Onu vermek de, ben mahcuba düştü. İskeleye kadar beraberce yüzdük. Merdivenlere ulaşınca, teşekkür edip, iskeleye çıktı.

    Ben ise gene denizde ve mahcubiyetimle baş başa kalmıştım

    Beğen

Yorum bırakın