030 – Cuma tavlaları


17 Ağustos 2007

Tavla oynamayı severim. Diğer şans oyunlarının yanında ayrı bir yeri vardır benim için. Bunun başlıca sebebinin benim için çok önemli olup şu anda aramızda olmayan kişilerle tadına doyulmaz anlar geçirdiğim ve her altı yüzlü zarı elime alışımda bana o anları hatırlattığı için olabilir.

Bir ara internette tavla oyunu denedim ama zarı kendin atmayınca ve karşındakini kızdıramadıktan sonra oyun aynı zevki vermedi. Yalnız tavlanın zevk vermesi için de karşıdakinin oyunu haneleri sayarak değil, gözüyle belirleyip direkt oynaması gerekiyor. Her ne kadar acemilerle oynamak onları tavlaya kazandırmak adına atılmış adımlar olması bakımından sevap katıcı da olsa, ustalarla oynayıp bir de yendin mi keyfinden yenmez bir zevk halini alıyor tavla.

Tavlayla ilk tanışmam benim ilk öğretmenlerim ve ustalarım olan ninem ve dedemi seyrederek başladı. Biz İzmir’de oturduğumuz zamanlarda yazları yaklaşık 2 ay İstanbul’a gelir, bunun uzunca bir kısmını da annemin anne ve babası olan ninem ve dedemin yanında geçirirdik. Bu esnalarda dedemler bezik de oynasalar da tavlanın daha kolay anlaşılır olması, boncukların yırtılma tehlikesi olmadan ufacık çocukların bile oynamasına izin verilmesi beni de diğer çocuklar gibi tavlaya yönlendirmişti.

Profesyonel olarak ilk tavla oyunumu on yaşımda başladım ama hala daha ilk günkü zevkle oynamaya devam ediyorum. Hesabını yaptığımda otuz beş senedir oynadığım tavlada unutamadığım rakiplerim başta ninem ve dedem olmak üzere, Dayım Ayberk, Teyzem Aydan, Amcam Nihat, Kuzenim Aziz, Okay biladerlerin büyüğü Fuad, her ne kadar çok fazla oynayamamış olsak da küçük amcam Faruk (bu arada eğer şu satırları yazdığım sırada isimlerini unutmuş olduğum rakiplerim varsa onlardan özür diliyorum).

Bu rakiplerden Faruk amcamın hiçbir zaman unutmadığım bir lafı her fırsatta kullandığım bir klişe olmuştur:

– (Ben) Amca hep yendiğini söylüyorsun ama hiç yenildiğin olmaz mı?
– (Faruk amcam) Canım arada sırada kuşun taşa da çarptığı oluyor tabi.

İlk Amerika seyahatim esnasında kuzenim Aziz ile 1 ay boyunca yaptığımız ve çetelesini tuttuğumuz oyunlar silsilesinde parti sayılarında otuzlu sayılarda berabere kalmamız da hatırlanası bir durumdur.

Dedemle beraber oynayabildiğimiz sıralarda altlı üstlü oturdukları teyzemlerde kitap okumak benim için farklı bir zevk olmuştu. İşte o anlardan birinde, her ne okuyorsam o kadar dalmışım ki beni tavlaya çağıran dedemi kırmamak adına aklım yukarıda kalmak şartıyla oynadığım bir oyunda öyle kasmışım ve bir an evvel oyunu bitirip yarım bıraktığım kitaplara dönmek istemiştim ki, her halde en hızlı oyunumu oynayıp peş peşe yaptığım 3 mars ile gene yukarıya seğirtirken dedemin arkamdan söylediği şu sözler de hala hafızamdadır:

Vay be. Rüzgar gibi geldin geçtin.

Tavla oynarken zarlarda gelen sayılarla ilgili çeşitli önyargılarım ve batıl inançlarım da yok değil. Mesela oyun 4-1’e gelmişse oyunun 4-5 bitmesi çokça karşılaştığım durumlardandır. Bilhassa teyzemle oynadığım oyunlarda eğer durum 4-0’dan 4-1’e gelmeden 4-1 olduysa oyunu yüzde yetmiş beş geride olanın kazanırdı.

Tavla oynamaktan çok zevk aldığım kişilerden biri de rahmetli Nihat Amcamdı. Her ne kadar çok hata yaparak oynamaktaysa da Amcamın öyle zevk alarak ve benimle birlikte vakit geçirebilmek için bizi ziyarete gelmesi nedeniyle saygı duyduğum anlardı. Kendisinin evinde tek başına oynadığı oyunlarda kendisine yenildiğini itiraf etmesi ise gözümde bir dürüstlük anıtıdır hala.

Dayımla oynarken (ki kendisini Cuma kişilikleri olarak yakında bu yazı dizisinde göreceksiniz) genellikle “Hapis” veya “Hep yek” oynardık. Bu oyunlar genellikle marsla sonuçlandığından maçlar beş yerine onda biter, ancak bizi kesmediğinden en az iki parti oynardık. Kendisi ile vefatından önce yaptığımız son oyunda CD’de çalmakta olan “Simon & Garfunkel Central Park konseri” eşliğinde durmaksızın neredeyse 2 saate yakın oynamak ikimizi birden çok yormuş olmalı ki, kendimizi kaybetmiş bulduğumuzdan haykırarak oyunu yarıda bırakmıştık.

Tavla oynarken yapılan en zevkli şey daha maç başlamadan karşındakini aşağılamaya başlayıp atışmaktır. Hele ki, her ne kadar şans oyunu olsa da, kazanılmakta iken gelen usturuplu zarlarla rakibin morali iyice çökertilir, bundan sonra da belki de yenilmekte olan kişinin negatif enerjisinden olsa gerek zarlar da yenilene karşı geliyormuş gibi bozulur, dolu tek kapıya gele atmak gibi iyice moral bozucu bir hal alır, bu durumda da diğeri çaktırmadan partiyi alır götürür.

Kafa kırmak” ve “Gazını almak”, benim en çok kullandığım terimlerdir. Ninem ve teyzemle oynamak istediğimizde birbirimize:

Hadi gel bir kafanı kırayım

şeklinde meydan okurduk.

Şimdilerde artık sadece öğle tatillerinde fabrika bünyesinde oynadığım tavla oyunlarında yeni rakipler edinsem de oyun oynarken mutlaka bana bu oyunu öğreten ninem ve dedemi benimle tavla oynarken hayal edip rahmetle anmaktayım.

29

31

Yorum bırakın