158 – Futbol Seyirciliğim


26 Şubat 2010

Perşembe akşamı olmuş keyifle maçı seyretmeye oturdum. Hazır açık kanaldan, üstelik de tuttuğum takımın maçını veriyor ya değmeyin keyfime gitsin. Ama bizde keyif mi bıraktı inekler. Tam yüzüp kuyruğuna geliyoruz, hoop bir hata, gidiyor bir ton emek. Birkaç senedir bir basiretsizliktir gidiyor. Hâlbuki 2000 yılının ilkbaharı ne kadar da güzeldi. Şampiyonlar Liginden elendikten sonra devam ettiğimiz UEFA kupasında birer birer tüm takımları eleyip finale çıkmış, finalde de gol atamasak da en azından gol yememeyi becerip kalınan penaltı atışlarıyla kupayı kazanmıştık. Bu yetmezmiş gibi üzerine bir de UEFA şampiyonu ile Şampiyonlar Ligi şampiyonunun oynadığı Süper Kupayı da kazanmıştık. Şimdilerde ise sanki bu kupa kazanan, Dünya Kupasında üçüncü olan biz değilmişiz gibi abidik gubidik takımlara elenip turnuvaları sadece dışarıdan izleyebiliyoruz.

Galatasaray’ın kazandığı bu Avrupa şampiyonluğundan önceki yıllarda arada “atılan taşın kuşa çarpması değil de, kuşun taşa çarpması” misali başarılı birkaç maçın dışında hep şerefli mağlubiyetlerle avunurduk. Aklımın yetmeye başladığı zamanlarda henüz gazete okuma keyfine ve ihtiyacına daha varamadığım zamanların peşinden, zaten artık başlamış olan televizyon yayınlarında hem güzel çim sahalarda oynamalarının keyfini hem de adam gibi oynamanın hünerlerini gösterdikçe Avrupa takımlarının bilhassa İngiliz ve Hollandalı olanlarına karşı bir sempati duyardım ve buna karşılık Alman ve İtalyan takımlarının nedense karşısında kim oynarsa rakiplerini tutardım. Bunun sebebi herhalde İtalyanların “gol yemeyelim de atarsak kazanırız, aksi takdirde yenilmeyiz” mantığı ile, Almanların da estetikten yoksun bir makine soğukluğundaki oyunları olsa gerek. Televizyon yayınlarında tabi başta Halit Kıvanç olmak üzere yayınları yapan spikerlerin de anlatımlarıyla beni yönlendirmiş olduklarını sanıyorum.

Televizyon yayınları yeni başlamış olmasına rağmen radyodan maç anlatmaya alışkın TRT spikerlerinin televizyonda da maç anlatmaya başlamaları sebebiyle sanki maçı biz seyretmiyoruz da sadece dinliyoruz misali anlatımlarını hiç sevemedim. Arada bizim spikerlerin telefon bağlantıları kesildiğinde bir de yanlışlıkla diğerlerinin anlatımları duyulduğunda, her ne kadar o sıralar yabancı dil öğrenmeye henüz başlamamış olduğumdan anlamasam da adamların adeta sohbet ediyormuş şeklindeki anlatımları beni hep etkilemişti. Şimdilerde Eurosport kanalında yayınlanan maçları yorumlayan spikerlerin biraz da taklitmişçesine anlatımları artık hep radyo spikeri havasında anlatanlara alıştığımızdan biraz yapmacık gibi geliyor. Gördüğünüz gibi bana da yaranılmıyor. Anlatsan bir türlü, anlatmasan bir başka türlü.

Halit Kıvanç bir ustaydı ve hala daha anlatmıyor olması beni üzüyor. Ara sıra Fenerbahçeli olmasından FBTV’de program yaptığında sırf onun yüzü suyu hürmetine kanalı değiştirmiyorum. Bu duayen ustadan sonra eğer spikerleri beğeni sıralamasına koyarsam eğer, en marjinali bana göre Ümit Aktan idi. Maçı anlatırken yaptığı betimlemeler beni çok güldürürdü. Halit Ustasından öğrendiklerini uygular, maçı anlatmadan önce şimdiki gibi internet üzerinden bilgi sağlama mümkün olmadığından gider yerinde araştırma yapar, oyuncuların ayak numarasına kadar bilir, belki de bilmese bile o kadar inandırıcı anlatırdı ki, doğruluğundan şüphelenmezdiniz. Yalnız bu bilgileri o kadar enteresan kullanırdı ki arada maçtan koptuğum bile olurdu.

Spikerler arasında ilk zamanlar en gıcık olduğum ise Abidin Aydoğdu idi. Sonraları yaşlanıp da maç anlatamaz hale geldiğinde hem artık yaşlanmış oluşundan neredeyse siyahı hiç kalmamacasına beyazlaşmış saçlarını uslu bir öğrenci gibi taramış olması, hem yeniden ekranda görünüyor olmanın getirdiği iç şirinliği, hem de TRT kameramanlarının nedense kendisini kadraja biraz uzaktan almaktansa sadece kafa olarak tüm ekranı dolduracak şekilde almalarıyla sanki cücenin evine girmiş dev gibi göründüğünden önce bir şaşkınlık daha sonra da geçmişte kendisine hiç sebebi olmasa da haksız şekilde gıcık kapmış olmanın vicdan azabını yaşadım. Abidin Bey’in unutamadığım bir anlatımı da herhalde kendisini doldurarak anlatmaya başlamış olduğu İspanyol ve İskoç takımlarının karşı karşıya geldiği bir maçın belki de ikinci dakikasında yapılan bir faul sonrası kullandığı “işte şimdi saha karıştı, sevgili izleyiciler” lafından sonra kendisine bir Bülent Arınç klasiği olan “yuuh” yakıştırmasını yapmıştım. Çünkü alt tarafı bir faul yapılmıştı ve ortada ne fol vardı ne yumurta ne de tavuk. Gerçi maçın devamında hakikaten olaylar çıkmış, ortalık cidden karışmıştı. O kadar ki seyirciler arasındaki taşkınlıklardan yaralananlar oluyordu ve sedye ile bunlar saha kenarından sağlık ocaklarına taşınıyorlardı. O esnada aynı mekânda olduğumuz ve zaten TRT’nin tek kanal yayın yaptığı için zaplama şansının olmadığı yayını bizimle beraber seyretmekte olan Babaannem bile arka plandan geçmekte olan sedyeli taşıyıcıları görüp ortada bir maç yayını olmasına rağmen o adamların neden sedyelerle taşındığını farkedip bize sormasını hayretle karşılamıştım.

Maçı sahada tribünden seyretmenin keyfi bir başka olsa da televizyon karşısında başka keyifler olduğunu anlamam da uzun zaman aldı. Lise ve üniversite eğitimim boyunca bulduğum her fırsatta maça giderdim. Her ne kadar televizyondan naklen yayını olsa da ve gitmeye fazla niyetim olmasa da, salt inatçılıktan babamın gitmemem için cazip şeylerden bahsedip beni gitmekten alıkoymaya çalıştığında içimde uyanan maçı yerinde izleme dürtüsü yüzünden sonucunda hiç de keyifli bir gün geçiremesem de maça illaki giderdim. Babam bana maça gitmemem için “Bak hava kötü, sen de evde sıcacık oturur, çayını içer, ayaklarını uzatır radyodan dinlersin” diyerek benim aklımı çelmeye çalışırdı. Hâlbuki bana gitmek isteyip istemediğimi sorsa gitmeyeceğimi söylerdim. Ama O, benim sanki gitmek istediğimi bilirmiş gibi beni yolumdan alıkoymaya çalıştığında büyük kızım Başak’ın bir zamanlar söylediği “İÇİMDEN SİNİRLİK YAPMAK GELİYOR”muşçasına kalkar giderdim. Herhalde Allah da beni cezalandırmak için maçı iyice sıkıcı yapar, tatsız, tuzsuz, golsüz bir maçın ardından biraz üşümüş, biraz sıkılmış bir şekilde eve dönerdim. Üstelik böyle maçlarda, ki genellikle İnönü Stadında olurdu, fazla seyirci olmadığından dönüş için fazla alternatif de olmaz, önce arabalı vapurla Kabataş’tan Üsküdar’a geçer, oradan da Kadıköy’e varırdım. Bu yolculuk da belki de o andaki ruh halimden iyice uzar, bitmek bilmez ve bana adeta eziyet halini alırdı.

Tabi beni bu dipten çıkaracak tek şey Kadıköy iskelesinin önündeki büfeden aldığım bir sosisli veya lahmacunla son bulurdu. Hiç yediniz mi bilmiyorum ama sosisliyi hazırlayan büfecilerin tekniği muhteşemdir. Önce hafiften tost makinası içinde bastırdığı kuru ekmeğin içine bir maşa yardımıyla sosis yerleştirilir, sonra ekmek biraz yanlara doğru açılıp ellerine aldıkları bir kaşıkla sosisin içinde yüzdüğü salçalı sudan aldıkları suları birkaç kaşık sosis ve ekmeğin üzerinde döküp hafiften eğdikleri sandviçin içinden suyun fazlasının tekrar kaba geri akmasını sağlarlardı. Ama bu arada ekmeğin içi sosis suyu ile iyice ıslanırdı. Tabi bu preparatın olmazsa olmazı artık ne zamandır orada durup güneşi görmesine rağmen nasıl olup da hala ekşimemiş olan az mayonezli Amarikan salatasının bir bıçak yardımıyla sosisin üzerini tam örtecek şekilde sürülmesiydi.

Ruh halime göre lahmacun yemeği seçersem de lahmacunun arasına konan hafif acılı, bol soğanlı eklenti olmasa da herhalde yavan hamuru bize kakalamış olduklarının farkına varamazdık.

Yer darlığından ve boğaz hayranlığından spikerlere fazla yer veremeyip lafı gene yemeğe getirdim ama spikerlere ileride gene değineceğimden şüpheniz olmasın.

157

159

Yorum bırakın