151 – Boğaziçi Hazırlık sınıfı (I)


8 Ocak 2010

Boğaziçi Hazırlık sınıfı (I)

Tam sekiz kişiydik. Sekiz seçmece. Ama karpuz gibi değil yani içinden kabak çıkma ihtimali yok. Türkiye’nin çeşitli üst düzey okullarına seçme sınavlarıyla girmiş sekiz kişi. Üstelik en az yedi senelik orta öğrenimleri boyunca İngilizce tedrisat yapmış sekiz kişi. Yalnız belirtmeliyim ki ben kendi adıma bu hazırlık sınıfını okumuş olmaktan çok memnunum. Hatta keşke acaba bir sömestr değil de iki sömestrlik tam sene okumuş olsaydım daha iyi olur muydu diye düşünmüyor değilim ara sıra.

Sene 1980. 12 Eylül askeri darbesi yeni yapılmış. Ben tahminen eylülün dokuzu veya onunda kazanmış olduğum üniversiteye kayıt yaptırmak üzere yazlıktan kalkıp İstanbul’a dönmüştüm. O zamanlar babamın kesin direktifleriyle gece yolculuğu yapmamız yasaklanmış olduğundan sabah Burhaniye’den kalkan otobüse binip İstanbul’a gelmiştim. Zannedersem okula kayıt olmak için Cuma günü gitmeyi bile planlıyordum ki Cuma sabahı babam beni kaldırdı:

Kalk darbe oldu.

Babam sabah bana göre daha erken saatte kalkıp çayı filan demler peşinden de daireye giderdi. O Cuma sabahı da erkenden kalkmış ve her Cuma olduğu gibi sabah Halk Hikâyelerini ve peşinden de yedi otuz haberlerini dinlemek üzere radyoyu açmış ve bu ordunun yönetimi ele geçirdiği haberini almış. Aklına hemen 1960 yılındaki darbe gelmiş. Çünkü o zaman noterliğe henüz başlamamış olup savcılık yaptığından darbe sonrası mahkemelerde de görevliymiş, muhtemelen gene savcılık için çağrılır diye elbisesini hemen giymiş ve görevli olduğunu bekler bir haber alırım diye bir süre çayını içtikten sonra telefon melefon çalmadığından artık ümidini kesip beni uyandırmış. Ben uyku sersemi önce durumun ne olduğunu anlamaya çalışmıştım. Her neyse o gün zaten sokağa çıkma yasağı gibi bir durum yaşandığından evden dışarı çıkmamıştım.

Bunu izleyen hafta üniversiteyi kazandığımı belirtir evrakla Boğaziçi’nin yolunu tuttum. Ablam benden bir sene önce Boğaziçi’nin İşletme bölümünü kazanmıştı. Ben de ertesi sene bu kez mühendisliği kazanınca liseyi aynı okulda okumuş olmanın yanı sıra üniversiteyi de aynı okulda okuyacaktık.

Boğaziçi’ni bilenler bilirler ama bilmeyenler için hatırlatmak gerekirse okulun iki ana girişi var. Bir tanesi aşağıdan deniz tarafından gelinirse Bebek Kapısı, diğeri de yukarıdan gelinirse Hisarüstü girişi. Aşağıdan gitmek daha kolay anlatılabileceği için ablam bana Bebek’ten gidilme şeklini anlatmıştı. Ancak yukarı çıkarken bir araba yolu bir de yaya yolu olduğunu söylemişti. Bebek sırtları bir hayli dik olduğundan arabaların çıkabilmesi için yol varyant şeklinde ve yürümesi daha kolaydı. Yaya yolu ise merdivenlerden oluşuyordu ve sonlara doğru adamın iflahını bir hayli kesiyordu. Ablam bana merdivenleri kullanmamamı, yoldan gitmenin daha kolay olduğunu tavsiye etmişti. Ben de ilk varyantın dönüşüne kadar onun bu tavsiyesine uydum. Ancak köşeyi döndüğümde gördüm ki merdivenlerle o noktaya çok daha kolay varabilirmişim. Hemen bana verilen tavsiyeyi bir kenara atıp doğrudan merdivenleri kullanmaya başladım. Bu arada okulu ilk defa ziyaret etmenin verdiği dayanılmaz hafifliğini de sayarsak biraz da hızlı hareket edince yukarı vardığımda bir yandan tıknefes olmanın yanı sıra laf dinlememiş olmanın ezikliğini yaşarken bir taraftan da belki de hayatımda ilk kez bir üniversite havası solumanın huşusunu yaşamıştım. Şimdilerde çimen kaplı olan yerleşkenin tam ortasında o zamanlar toprak bir futbol sahası bulunuyordu. Sahanın hali de çok iç açıcı olmadığından biraz hayal kırıklığı yaşamış olmalıyım diye düşünüyorum.

Benim aşağıdaki kapıdan ilk girip de o merdivenleri tırmanmamın ardından kaydı ne zaman yaptırdım, neler yaşadım tam olarak hatırlayamıyorum ama İngilizce muafiyet sınavına girdiğimde etrafımdakilere göre daha iyi olan İngilizcemi kullanıp görevli olan yabancı hocanın direktiflerini diğerlerine aktarmıştım. İmtihanda ise bilinçli olarak yapabildiğim eş anlamlı kelime olarak (timid=shy) ikilemesinden başka soru yaptığımı hatırlayamıyorum. Her ne ise sonuçlar açıklandığında bir şok yaşadığımı itiraf etmeliyim.

Muafiyet sınavını verememiş ve hazırlık sınıfı okumak mecburiyetinde bırakılmıştım. Üstelik de imtihandan 21 gibi düşük bir skor alarak. Liseden bir arkadaşımla hemen itiraz ettim tabi. Bana, sigaranın yanık ucunu delerek ürettikleri cevap anahtarını benim imtihan kâğıdımın üzerine yerleştirerek sonucumun doğru olduğunu gösterdiklerinde artık yapacak tek şey hazırlık sınıfına kaydımı yaptırmaktı. Ancak bu arada seviye belirleme sınavına da girmiş, belki de bu kez tam puan alarak ADVANCED olarak adlandırılan ileri seviyede İngilizce bilenlerin devam edeceği sınıfa seçilmiştim, diğer yedi arkadaşımla beraber.

Benden bir sınıf yukarıda gene Kadıköy tedrisatı yapmış ama liseyi Ankara Fen Lisesinde okuyan Birsen gene aynı kaynaktan geldiğimiz için Anadolu Liselerinin Kadıköy’de olanını temsil etmekteydik. Fuad Erzurum’dan, Erkan Eskişehir’den, Hikmet Balıkesir’den geliyordu. Hakan Alman Lisesi, Yeşua Şişli Terakki Lisesi mezunlarıydı. Aramızda tek imtihansız orta öğretim yapmış olan Pandeli (tam adı Pandeleymon Mayoğlu) bir Rum okulundan gelmişti ve benim muafiyet sınavından 21 almış olduğumu duyduğunda benim o sınıfta yerim olmadığı kanısına varmış ve neden o sınıfa kabul edilmiş olduğumu anlayamadığını belirtmişti.

Sekiz kişilik bu sınıfın odası da bir hayli ilginçti. Yaklaşık 3 metre genişliğindeki bu odada yan yana duran sekiz masa-kollu iskemle ve hemen önlerinde bir öğretmen masası ile öğrenci-öğretmen yakınlaşmasının en son noktasını yaşamaktaydık. Hocamız Ferihan Göksu Hanım otuzlu yaşlarında, İzmir–35 plakalı lacivert bir kaplumbağa kullanan hazırlık bölümünün tecrübeli hocalarındandı. Bu arada Aman Lisesinden gelme Okan ve Refik isimli arkadaşlarımız ilk imtihanda geçme notu olan 50’nin altında bir iki puanlık farklarla muafiyeti veremediklerinden hazırlık okuyacakken yaptıkları itirazlar sonucu ilk hafta içerisinde mühendislik eğitimine başlamışlardı. Bizler ise şubat tatiline kadar sürecek ilk sömestrde bu sınıfta okuyacaktık.

Sınıf küçük olunca kaynaşma da kolay oldu ve ortam çok kısa bir süre içerisinde gayet samimi bir sınıf oluvermiştik. Yedi erkek öğrencinin arasında tek olan Birsen için Ferihan Hanım “tek olduğu için çok şanslı” olduğu konusunda yorumlarda bulunmuştu ama buna ne Birsen, ne de biz erkekler fazla yüz vermiştik.

Fuad’la olan samimiyetimiz de ders kitaplarımızı almak için girdiğimiz kuyrukta onun cinliği sayesinde tanışmıştık. Kuyrukta benim yanıma gelmek için birkaç kişilik sıra kaybına razı olup gelmesiyle bu sene kırk ikinci şeref yılımızı kutlayacağımız sıkı dostluğumuzun ilk sohbetini yapmıştık.

Sınıfın sekiz kişilik mevcudunun beşi İstanbul konuşlu olduğumuzdan evciydik, diğerleri ise Anadolu’nun bağrından kopup gelme olduklarından yurtta kalmaktaydılar. Üniversiteye yeni gelenlerin kalabildikleri üçüncü yurt olarak adlandırılan eski spor salonundan bozma, ranzaların etrafına dizilmiş dolaplarla odalaştırılmış geniş bir mekânda kalmaktaydılar. Kaldıkları bina ile hazırlık binası her ne kadar birbirini gören binalar olsa da sınıfa geç gelişler mutlaka yurtlulardan olurdu. Erkan ilk derse pek vaktinde gelmezdi. Bir sabah Ferihan Hanım niye geç kaldıklarını sorduğunda Fuad’ın

Hocam sabahları karanlık olduğundan kalkmamız zor oluyor

dediğinde hocamız

sanki biz aydınlıkta kalkıyoruz

diyerek sitem etmiş ama onların gecikmeleri bitmemişti.

150

152

Yorum bırakın