106 – Kan II


20 Şubat 2009

Daha evvel de bu konuya girmiş ve kan vermenin ne kadar önemli olduğu konusunda görüşümü belirtmiştim ki şimdi bu konuyu biraz daha pekiştirmek istiyorum.

Bilmeyenler için tekrar etmem gerekirse 1982 yılından bu yana düzenli olarak Kızılay Kan Merkezine uğrayıp her seferinde kanımın yaklaşık yarım kiloluk kısmını veriyorum. Bir Kızılay Donörü olarak geçen ay verdiğim kan benim bağışçı olarak ellidokuzuncu kan verişim oldu. Bu arada kan karşılığı bağış olmadan verdiklerimi de sayarsak bu sayı muhtemelen yetmişbeş civarında olmalı. Yani kaba bir hesapla şimdiye kadar otuzbeş – kırk kilo civarında bir kan vermişim.

İlk kan verişim bir radyo anonsu sayesinde olmuştu. Sahiden eskiden haberlerden sonra tekrarı olmak üzere, bazen TRT yayınını keserek “Dikkat! Kan aranıyor. Kanı değişecek bir hasta için çok acele B grubu eraş pozitif kana ihtiyaç vardır. Kan vermek isteyenlerin Çapa Kızılay Kan merkezine baş vurmaları önemle rica olunur” şeklinde klişe bir kan anonsu olurdu. Daha sonra özel radyolar çıkıp da TRT’nin esamesi en azından İstanbul’da okunmamaya başladıktan sonra acaba hala devam ediyor mu diye düşünüyorum.

Bu arada Anadolu yollarında gezdiğim son birkaç seferde dikkatimi çeken uzun yollarda özel radyoların pek bir lokal kaldığı, farklı frekanslardan yayın yapsa da TRT-FM’in hemen her şehirlerarası yolda izlenebilir olduğu ve reklam kuşaklarını hala daha özel reklamcı kuruluşlara yaptırıp insana hem nostalji hem de baygınlık yarattığı oldu. Hala daha “Reksan Reklamın sunduğu reklam kuşağını dinleyeceksiniz” ve “Reksan Reklamın sunduğu reklam kuşağını dinlediniz” şeklinde yapılan reklamdan çok reklamcı kuruluşun isminin geçtiği kuşaklar yayınlanıyor.

Sadede gelirsek işte bu bahsettiğim anonslarda birini duyunca o sırada çalışmakta olduğum dersten kalkıp içeride o esnada anneme misafir gelmiş Özen Teyze ve annemin şaşkın bakışları arasında evden çıkıp Fındıkzade’nin yolunu tutmuştum. Merkeze vardığımda “kanı değişecek bebek için aranan kanı vermeye geldim” dediğimde bana yetkililer bu konuda bilgileri olmadığı ama bağışlayacağım kanın mutlaka bir ihtiyaç sahibine ulaştırılacağını söylemeleri üzerine de ilk defa Kızılay sedyesi ile tanışmış oldum. Buna o kadar alıştım ki aynen uyuşturucu bağımlısı gibi “DAMARDAN”, benimkisi almak değil ama vermeden duramıyorum.

Bugün de eşimin dayısını hastaneye yatırma işlerinin lojistik hizmetini verdikten sonra akşam bir Üniversite Hastanesi olan Marmara’da kan bulunmadığından gereken kanın bulunması işi tarafıma ihale edildi. Her ne kadar son zamanlarda bu ihale işlerinin yandaş kuruluşlara verildiğinden dolayı İstanbul Belediye Başkanı adayımız Kemal Kılıçdaroğlu’nun (gördüğünüz gibi devamlı gündemi takipteyim) ortaya çıkardığı ve belediye başkanlarının başını ağrıtacak bu ihale yolsuzluğu olayları olsa da ortada KAN olduğu için en etkili ve yetkili kişi ben olduğumdan duruma hemen adapte oldum.

Hastane Anadolu yakasında olduğundan hemen Kızılay’ın en yakın merkezi olan Zeynep Kamil’e ulaştık ve aslında almak istemediğimiz ama almamızın çok yüksek yüzdeye sahip olduğu cevabı alıp oturduk. “Bu kan bizde yok. Ben size kan merkezlerinin telefon numaralarını vereyim. Siz onları arayıp var mı diye sorun.” Yahu şimdiye kadar kaç kere kan vermeye gittiysem, o esnada kan aramaya gelenlere hep bu cevabı verdiklerinden ve bu cevabı vermeye o kadar alışkın olduklarından kan merkezi telefonları için muhtemelen matbaada bastırdıkları kağıtları ihtiyaç sahibi insanların eline tutuşturup insanları çaresiz ortada bırakıyorlar. Gerçi çok da haksız sayılmazlar çünkü ihtiyaca göre bağışlar çok azmış. Halbuki yurtdışındaki gibi yapıp insanlara para karşılığı kan alma işlemini yapsalar hem garibanlar bu işten biraz para kazanır hem de arandığında kan bulunabilir.

Bu arada parayla kan satanların işi artık meslek haline getirip kan yapıcı, şarap gibi malzemeleri tüketmeleri sebebiyle alınan bu kanların kalitesinin ne kadar yüksek olacağı tartışılabilir ama en azından insanların yani hasta yakınlarının kan bulma esnasında yaşadığı çaresizliğin önüne geçilebilir. Ben ki bu işi bağışçı olarak yapmaktayım, bir ara, Ramazan ayı esnasında bağışların çok azaldığı için promosyon olarak dağıtılan nevaleyi almak için kan vermişliğim bile vardır. Tabi aldığım nevaleyi gene ihtiyaç sahiplerine dağıttım ama beleş buldun kap, paralı buldun kaç hesabı, ki bu veciz söz az önce tarafımdan sıkı bir yorgunluğun ardından gecenin bir yarısı Cuma yazımı yazarken oluşturulmuş olduğundan çok fazla üzerinde durulmaması gereken bir sözdür, o promosyon için kan vermeye gitmiştim.

Konuya geri dönersek elimizde kağıtla kan merkezinden çıkınca kan bulmanın tek ihtimal olduğu Çapa Kızılay Kan Merkezinin kağıttaki numarasını aradık ama konuşmak ne mümkün. Numara hep meşgul. Yaklaşık on dakika sonra telefonu düşürdük ve saat dokuz buçukta gelirsek kan bulma olasılığımızın olduğu ama geç kalırsak da kanı bulamayabileceğimiz söylendi. Ben de saat sekize doğru evden ayrılıp yola koyuldum. İnsanın acelesi varken yolun kalabalığının ne kadar can sıkıcı olduğunun da idrakine bir kere daha vardım. İç sıkıntıları içerisinde bir saat yirmi dakikada Fındıkzade’ye vardıktan sonra “Kan Dağıtım” gişesinin önündeki o ucube kuyruğun, ki kuyruk diye adlandırmanın zor olacağı, dense dense insan yığınağı denebileceği grubun bir parçası oldum. İnsanlar nedense insan gibi kuyruk yapmaktansa küçücük gişe aralığının önünde öbekleşmeyi ve bir intizamsızlık yaratmayı becerebilmişler.

Önce kızdıysam da daha sonra hak da verdim. Orada bekleyenlerin hepsi bir yakını için kan arıyor ve ne kadar çabuk bankoya ulaşıp elindeki ihtiyaç formunu verirse zaten az olan kanlardan o kadar alma ve hastasına götürebilme şansının o kadar yüksek olma ihtimalini düşünüp intizamsızlığa yol açıyor. Tabi bu arada görevlilerin de oraya yığınak yapmış insanları rahatlatmak, bir sıraya sokmak adına evrakları toplayıp kanlar hazır olduğunda dağıtmak yerine, muhtemelen sıraya girmiş kağıtlarda hile yapılabileceği töhmeti altında kalmamak için kanlar hazır olmadan evrakları toplamamaları yüzünden kuyruk gittikçe şişip insanlar hem sabırsızlanıp hem de sıcaktan dışarısı soğuk olduğu için giymiş oldukları kalın giysiler yüzünden terlemeleri sebebiyle zaten iç içe girift olmuş ortamın nem seviyesinin yükselmesi ile koku kalitesinin düşüşünün doğru orantılı olması denklemi insanı iyice zıvanadan çıkarır bir hal almıştı.

Tam artık yavaştan homurdanmalar başladığı esnada evraklar toplanmaya başlandı. Tabi uyanık olanların kağıtları daha önlere ulaşıp nihayetinde herkesin evrakı bankonun öte tarafına geçti ve gergin bekleyiş başladı. Ortamda gerginlik o kadar yüksekti ki insanlar hala daha bankonun önünden ayrılmıyorlar ve içeriden kanı almaya hak kazanan hasta yakınlarının bankoya ulaşmalarına engel oluyorlardı. Bu arada etrafı tepeden izlerken, ki enteresandır kuyrukta yap-boz parçaları gibi sıkı sıkıya girişimde bulunduğum kişilerin hepsinin kafa tepe seviyeleri omuz hizamda olduğundan etrafı çok kolay izleyebiliyordum, kan alma personelinden bir bey dikkatimi çekmişti. Daha sonra aynı kişi elinde içeri verilmiş bazı kağıtları üzülerek sahiplerine verip sabaha karşı dörtte tekrar kan geleceğini ve o saatte gelmeleri gerektiğini söylerken hemen o tarafa doğru seğirttim. Maksadım sıkı bir donör olmanın torpilini kullanıp bana öncelik sağlamalarını istemekti. Adam halden anlar çıktı, ama benim doğru söyleyip söylemediğimi kontrol etmek için bağış defterimi görmek istedi.

Benim cüzdandan çıkan ve Karşıyaka’da otururken bakkalımız olan Mavi Köşe Bakkalının veresiye defterinden daha yıpranmış olan defteri görünce doğru söylediğime ikna oldu ve hastamın adını ve yakınlık derecemi sordu. Soyadımız tutmadığı için çok ümitli bakmadı ama kan çıkarsa mutlaka vereceklerini söyleyip içeri girdi. Yaklaşık bir on dakika sonra benim evrak için çağrıldım. Bankodan kafayı uzattığımda az önce konuşmuş olduğum görevli bana başka bir hastanın kanını da bana verdiklerini söyledi ama bunun ne kadar doğru olduğunu bilemiyorum. Yani belki gerekten 2 ünite istememize rağmen en azından ihtiyacımız görülsün diye 1 tane verecekken benim donörlüğüm sayesinde ikinciyi verdiler, belki de zaten 2 tanesini de vereceklerdi de sanki benim donörlüğüm işe yaramış gibi yapıp beni, yani donörü, onöre ettiler. Hangisi doğru olursa olsun sonuçta görevi başarıyla yerine getirmenin gönül rahatlığı ile kanları yerine ulaştırdım. Bu yorgunlukla bu Cuma yazısını yazamayacağı düşünüp sizlere nasıl bir geçiştirme yazısı yazacağımı düşünürken kanları aldıktan sonra kendimi acayip enerjik ve yazı yazmaya meyilli hissettiğimden bu yazıyı da kotarabildim.

Eski TRT zamanından bir davetle yazımı sonlandırıyorum:
“Haydi çocuklar, kan vermeye!”

105

107

 

Yorum bırakın