112 – Batı Yakası Hikayesi II


3 Nisan 2009

West Side Story-II

Batıya gittim ya, artık orayı tamamen bitirmeden olmasın diye bu haftaki yazıya da başladım.

Ben iki ziyaretimin ilk seferi biraz daha uzun olup daha duyumsayarak gezmiş olsam da ikincisinin ev dışında geçirdiğim dört beş günlük zamanında daha bir atraktif bir zaman geçirdim. Ancak işin çok ilginç bir yanı da var. Yanımda Aziz’e ulaştırmak üzere götürmüş olduğum kasetler farklı bir dörtlü oluşturuyordu. İlki geçen hafta Sunset Bulvarında gezerken dinlediğimi söylediğim Cem Karaca’nın “Ceviz Ağacı” şarkısı ile başlayan kasetti. Orada sokaklarda gezerken bugünleri düşünüp bulunduğum ortama enikonu aykırı olduğunu bildiğim halde dinlemeye biraz yokluktan, biraz da vatan hasretinden dinlediğim kaset. İkincisi gene ortama hiç uymayacak olan Zülfü Livaneli’nin “uzun boylu cüceler” şarkısının olduğu kaset. Üçüncüsü ise herhalde Türkiye’de benden başka belki yüz kişinin satın aldığını tahmin ettiğim Cem Özer’in ilk ve son kaseti.

Ama herhalde içlerinde en çok bu kaseti seviyordum. Cem Özer konusuna gelince onu da biraz deşeyim diyorum. Televizyonlarda “Talk Show” olayını ilk kendisinden görüp ısındığım bir kişiliktir. Yalnız kendisini sevmemde muhtemelen en önemli etken, kendisine programda Pişekârlık yapan Muzaffer Abayhan olmuştu. Hafif salak rolünü oynayıp voleyboldaki gibi smaçlık paslarla yaptığı servislerde Cem Özer için pozitiflik katıyordu. Bir termos hikayesi vardır ki hala daha arada sırada anlatırım. Konu da şu: Muzaffer konuya girip şöyle soruyor:

Yahu Cem sana bir soru soracağım. Biliyorsun termosa soğuk su koyarsan soğuk tutuyor, sıcak su koyarsan sıcak tutuyor. Peki içine konana suyun sıcak mı soğuk mu olduğunu nasıl biliyor?”. Buna karşılık Cem de ona “Şimdi senin ayağına su döksem onun sıcak mı soğuk mu olduğunu anlarsın değil mi? Peki bu nasıl oluyor?” diye sorunca cevap “Benim beynim var” cevabı karşılığında inen küt şöyle: “Eh, o kadar beyin termosta da var”.

Gelelim California sokaklarını arşınladığım arabamın kasetçalarına son taktığıma. Bu da gene ortamla hiç uyuşmasa da sadece İngilizce olması sebebiyle diğerlerinden biraz farklı ve ortama gene de en uygun olanı Chris De Burgh’un elimdeki CD’lerinden üretmiş olduğum ve içerik olarak protest ve biraz da dini motifler taşıyan şarkılarından oluşmuş olan kaseti. İşte bütün bu zamanlarda radyolarda uygun bir şeyler bulamazsam dinlediğim kasetler bunlarken her ne kadar kısa bir ziyaret de olsa bana yalnızlığımı unutturacak yoldaşlarımdı.

Az önce kızım Başak’ın ödevini kontrol ederken hatırladığım bir detay San Francisco’ya doğru yol alırken yolda devamlı hareket halinde olan İtfaiye araçları ve Los Angeles ile Francisco arasındaki yolun herhalde 2 ila 3 saatlik süresi boyunca yolda eksik olmayan sarımsak kokusu. Meğer orada bunun festivali bile varmış insanların bunun festivalini yapmaları çok doğal çünkü herhalde o kokuyu üreten sarımsaklar dünya sarımsak rekoltesinin önemli bir bölümünü oluşturuyordur.

YosemiteSF’de geçirdiğim iki gün bir gecenin ardından Yosemite Doğal parkına doğru yola koyuldum. Yosemite, el değmemiş, bakir, ova, vadi, kaya, dağ ve aklınıza gelebilecek tüm doğal oluşumların birlikteliği. Akşam olmadan tesislere varıp odamı ayarladım. Oda dediğim ahşap yapılardan oluşmuş, ama ağaçların arasına gizlenmiş yapılar medeniyetten uzaklaştığınızın en güzel işaretiydi. Hava soğuk olmasına karşın odalardaki kalorifer sayesinde sıcak bir gece geçirdim. Odaların eksikliği ise ısınma ve temiz bir yatağın haricinde tuvalet veya sıhhi tesisat olmadığından bu gibi sıvısal olaylar için ortak mekanların kullanılmasıydı. Soğuk havada, sıcak odada evimden uzak yalnızlığımı tek unutturan etrafın güzelliğiydi.

Ertesi sabah kalkıp da gördüğüm manzaralar ise daha evvel hiç görmediğim güzelliklerdi. Vaktiyle buzulların gelip yerleştiği daha sonra da erimesiyle ortada kalan dik yamaçlı vadiler ve dağ silsilesi görülmesi gerekli bir tabiat harikası. Biz kafamızı kaldırıp da dağın muhteşemliği karşısında neredeyse dil tutulması yaşarken etraftakilerin parmaklarıyla gösterdikleri bir noktaya bakınca bir grup dağcının dağa tırmanış gerçekleştirirken geceyi geçirmek üzere konaklamış oldukları noktadaki çadırlarını görünce içim kalktı. Hemen ardından olayı bir de yukarıdan seyretmek üzere çıktığım yukarı kısımda amatör dağcı olduğunu zannettiğim bir çocuğun yaklaşık on beş dakika hazırlanıp, deliler gibi kendini sağlama aldıktan sonra korkuluğu aşıp yaklaşık iki metre aşağıda yamacın kenarına basıp bize poz verirkenki heyecanı bizi bile etkilemişti.

Sekoya_TreeArtık yolum gezinin en güzel kısmını tamamlamak üzere Nevada çölünün ortasına doğru hareket etmeye gelmişti. Ama gene de yolda durup Sekoya adı verilen ağaçların altında durup kafayı gökyüzüne çevirmemi engellemedi. Bu ağaçların özellikleri çok uzun süre yaşayabilmeleri ve bükülmeden, kıvrılmadan dimdik göğe doğru yükselip yaklaşık yüz metre boya ulaşmaları. Bu arada çok uzun süre yaşadıklarından gövdeleri de çok büyük oluyorlar. Bir zamanlar atraksiyon olsun diye altını oyup içinden yol geçirdikleri bir ağaç var ki, bu yol yüzünden ölmüş olduğundan insanın içi acıyor.

Sekoya_Tree2Bu doğal parkı bırakıp yola devam ederken bizim vaktiyle çekmiş olduğumuz tarihi filmlerde arka planda görülen elektrik direkleri ve yollarla dalga geçildiği için adamlara haksızlık yapıldığını anladım. Buradaki adamların öyle büyük bir arazisi var ki pek çok bölge hiç el değmeden bakir olarak kalabilmiş. Öğleyin çıkıp devamlı olarak gittiğim şehirlerarası yollar iple çekilmiş gibi yapıldığından sürücülerin hipnotize olmamaları için arada çukurluklar oluşturup battı çıktılarla yolun tekdüzeliğini kaldırıyor.

İşte böyle uçsuz bucaksız, sonsuz gibi görünen yolda giderken birden gözüm benzin deposunun göstergesine takıldı. Yol olabildiğine ve alabildiğine ıssızdı ve sanki hiç benzinlik yokmuş gibi görünüyordu. Bana cehennem azabı yaşatan yaklaşık bir saatlik bir sürüşün ardından bir benzin istasyonu görüp durdum. Amerika’daki benzin istasyonlarında iki fiyat uyguluyorlardı. Bir tanesi bulunduğunuz yöreye göre önce veya sonra ödemek üzere pompayı kendinizin kullandığı “self servis” dolayısıyla daha ucuz tarife, ikincisi ise pompacıya bu işi yaptırıp biraz daha pahalı olan yöntem. Ama her birinde pompalar gayet modern ve yapılan harcama bürodan takip edilebiliyor. Ve işin gene önemli tarafı para yerine kredi kartıyla ödeme de yapılabilme imkânı. Ama bu durduğum benzincide pompalar çok büyük bir ihtimalle İkinci Dünya Savaşını yaşamış mekanik pompalardı. Arabayı pompanın önüne çekip de ortalıkta görünmeyen istasyon sahibine ulaşmak için kapıyı tıklattığımda önce içeriden “geliyorum”u andıran bir homurtu geldi. Ben bu arada etrafa bakınırken duvardaki tabelada “Wells Fargo” atlı arabalarının bu istasyonda mola verdiklerini okudum. Peşinden kapı hafifçe aralanıp içerideki tavuklar kaçmadan çıkan adam ise pompalardan daha yaşlı gözüküyordu ve muhtemelen Birinci Dünya Savaşını bile görmüş bir hali vardı. Kötü bir aksanla sadece para kabul ettiğini anlatıp verdiğim beş dolarlık benzini koyup beni yolculadı.

Artık Nevada çölüne de varmıştım. Çölde Las Vegas’dan başka herhalde yetişen tek şey hapishaneler. Yolda devamlı olarak otostopçuların arabaya alınmaması yolunda uyarılardan başka bazı yörelerde durmanın hatta yavaşlamanın bile yasak olduğunu belirten tehdit dolu yazılar vardı. Bu arada yol uzun ben de geç çıkmış olduğumdan Vegas’a varmadan mola vermek zorunda kaldım. Durduğum kasabada yemek yemek üzere uğradığım bar-kafe-restoran benzeri yerde insanların devamlı olarak “tek kollu haydut” olarak da bilinen slot-machine’lerde vakit ve para harcamaları benim ertesi gün kendime iyice mukayyet olmam konusunda ilk uyarı olarak karşıma çıkmıştı.

Haftaya ikinci baskı olacak ama eskisini okumadan yeniden kaleme alacağım Laz ve Gaz.

111

113

Konu ile ilgili, aynı geziden diğer yazılar:

013 Elvis ile aynı odada yatmak

015 Vegas günüm

016 Vegas gecem

113 Batı yakası hikayesi III

111 Batı yakası hikayesi

114 Büyük Kanyon

Yorum bırakın