111 – Batı Yakası Hikayesi


27 Mart 2009

Geçen iki hafta mademki doğudaydık, o halde biraz da batıya yol almamızda fayda var diye düşünüyorum. İkinci yolculuğumda her ne kadar gene ilk durağım Missouri olsa da, ki bu kez her iki kuzenlerim de orada yaşamaya başlamışlardı, biraz da Yanki kardeşim Audrey’e gitmeliyim diyerek rotamı Büyük Okyanus kıyılarına çevirdim. Uçakla neredeyse bütün gündüz yol alıp sabah yola çıkıp öğleden sonra üstelik de üç saatlik zaman dilimi farkıyla melekler şehrine varmıştım.

Los Angeles diğer Amerikan şehirlerinden biraz farklı gözükmüştü gözüme. Öncelikle Meksika sınırına yakın olup da pek çok göçmen barındırdığı için en azından havaalanında kontroller bir hayli sıkıydı. Herkesin aldığı bavulunun üzerindeki fişi elindeki bilettekiyle kontrol etme gibi bir uygulamayı görünce çantamı, bavulumu ve en önemlisi cüzdanı daha bir korumaya aldım. Gene Alamo firmasından bir araba edindim ve gene en ucuz olduğu için en küçük boy olan aracıma atlayıp otoyolda aynı İstanbul’da olduğu gibi sıkışık bir trafikle Audrey’in tarifine uyup nokta atışı misali evi kolaylıkla buldum.

Audrey, bir buçuk yaşında olan ve konuşmayı henüz öğrenmemiş, ama annesinin sağır dilsiz öğrencilere eğitmenlik yapan bir öğretmen olması ve kızı ile konuşurken aynı zamanda el hareketleri ile yani sağır alfabesiyle konuşmasından dolayı her istediğini anlatabilen kızı Nicole ve Hollywood stüdyolarında çalışmakta olan kocasıyla birlikte yaşamaktaydı.

O sıralar hala şimdilerde bile ara sıra olduğu gibi Los Angeles civarlarındaki ormanlar yanmaktaydı. Herkes söndürmek için seferber olmuştu ama şiddetli rüzgârlar ve yangın sebebiyle iyice kuruyan hava yüzünden bir türlü söndürülemiyordu. Audrey de evde kızı rahat etsin diye duvardan duvara halı ile kaplatmış olduğu evinde yürürken üzerimize yüklediğimiz statik elektriği, Audrey’i Türkiye’den ziyaretine geldiğimi duyan arkadaşlarının beni görmeye geldiklerinde tokalaşırken boşalttığımızdan hem benim hem de misafirlerin canı bir hayli yanmaktaydı.

hollywood-signYangınlar dolayısıyla havada eksik olmayan sis yüzünden dağdaki meşhur HOLLYWOOD yazısını göremedim ama Pasifik okyanusuna nazır Sunset bulvarında arabamla kasetçalarımda Cem Karaca’nın “Ceviz Ağacı” şarkısını dinleyerek dolaştım ve meşhurların el ve ayak izleriyle, meşhur olsun olmasın envai çeşit adamın ve kadının isimlerinin bulunduğu kaldırımlarda yıldız isimlerini okuyarak dolaştım. Geri dönüşümde bu anılarımı anlatırken Büyük okyanusu “Pesifik” diyerek abartılı bir aksanla söylemem nedense birileri fena bozulmuşlardı.

Audrey’in kayın ailesi bir hayli zengindiler ve Pesifik kıyısında güzel bir malikânede yaşamaktaydılar. Gelişimin ertesi günü onları da ziyarete gitmiştik. Bu arada Audrey de ikinci çocuğuna hamile olduğundan karnı burnundaydı ve benim şoförlüğümde İstanbul trafiğinde ne kadar usta bir şoför olduğumu gösterebilme şansını yakaladım. Bu arada kayınpederin de ayın otuzunda doğum günü varmış ve son derece elegan bir kulüp olan kulüplerinde, benim de onur konuğu olduğum bir yemek düzenlenmişti.

Yalnız işin güzel tarafı cumartesiye rastlayan ayın otuzunda kulüpte yer ayarlayamadıklarından bir gün önce doğum gününü kutlamaya karar verdiklerinden aslında benim doğum günüm kutlanıyormuş gibi oldu. Ama kulüp ne de olsa yüksek sosyetenin devam ettiği bir yer olduğu için kıyafet zorunluluğu olduğundan yanımda ceketim olsa bile altıma giyecek sadece kot pantolon olduğu için Audrey’in eşinden, huyu huyuma denk miydi bilemiyorum ama boyu boyuma uygun olduğundan, ödünç pantolon almıştım. Ve hayatımda göreceğim en pahalı yemekle evimden 10 saatlik saat farkıyla “hepi börtlek suyu” denme şerefine erişmiştim.

Ertesi gün gene biraz “Dolçe Vita” olayına soyunup rotamı San Francisco’ya doğru çevirdim. Yol bir hayli uzun olduğundan yolda Audrey’in konuştuğu, evin çocuklarına ablalık yapıp aynı zamanda okuluna devam eden bir arkadaşına uğradım. Kızın kaldığı ev bir malikâneydi ve bana tahsis ettikleri bodrumdaki oda o yolculuğum boyunca kaldığım herhalde en muhteşem odaydı. O akşam da otuz ekim “Cadılar Bayramı” olayı sebebiyle gittiğimiz pub’larda çok eğlendim.

Siyah pantolon ve tişörtten oluşan kıyafetinin üzerine gümüş rengi yuvarlak kartonlar yapıştırıp yüzünü de gene gümüş rengine boyayan garson kız kafasına bir de gri süngerden sivri bir parça yapıştırıp “Biftek Bıçağı” olması ne kadar komikse, diğer garson kızın “Bloody Mary” kıyafetine bürünebilmek için yüzünü beyaza boyayıp bir de dudak kenarına kan çizdikten sonra üzerine giydiği gelinliğe saplamış olduğu bıçakla beraber fotoğraf çektirmek üzere gülümsemesi kızın ölmediğini bildiğim halde içimi ürpertmişti. Bu arada bıçak kıyafetine girdiğini anlayamadığımız kız bize bayağı bozulmuştu.

AlcatrazErtesi gün San Francisco’ya vasıl oldum ve o güne kadar kaldığım en pahalı otele yerleştim. Bir gece için verdiğim 90 dolar daha önce hiç Amerikan otellerinde kalmamış benim için cüzdanıma sıkı bir darbe oldu. San Francisco’nun en ilginç köşelerinden birisi olan Alcatraz hapishanesi ise Al Capone’nun kaldığı odalara girince hafiften tırssam da bu durumu belgelemek adına Goko’yu bir başka turiste verip parmaklıklar ardında kendimi bir fotoğraf negatifinde ölümsüzleştirdim.

San Francisco’ya gidip de meşhur tramvaylarına binmemek, binip de yandan sarkmamak olmaz” diyerek tabidir ki bu olmazsa olmazı yerine getirdim. Bu arada arabaların o meşhur yokuşlarda nasıl oluyor tramvay-yolu-ve-insanlarda o kadar kolay hareket edebildiklerini anlayabilmek için vatmanlarla sohbetlerde bulundum. Sonunda bir hayli ilginç bir çözüm olduğunu anladım. San Francisco sokaklarının ortaları boydan boya yarık ve bu yarıkların içlerinde çelik kablolar devamlı hareket halinde. Yani motorlar ha babam bu kabloları çevirip duruyor. Hareket etmek isteyen tramvay vatmanı da yolun altındaki kabloyu usta hareketlerle yakalayıp bir sonraki düzlüğe kadar bırakmıyor. Tam düzlüğe gelindiğinde tutulmakta olan kablo bırakılıp hız devam ederken bir sonraki kablo yakalanıp yola devam ediliyor. Yani tramvay tamamen insan kol kuvveti ve zekâsıyla çalışıyor, araçta motor yok. Yolun sonundaki durakta ise araç bir döner platform üzerine alınıp bu kez insan gücü kullanılıp platform çevrilip tramvayın önü diğer tarafa çevriliyor. Bu işi otomatik de yapabilirler ama zannedersem sırf görsel bir turistik zevk vermek adına bu iptidai yöntemi devam ettiriyorlar.

TheCrookedestStreet_SanFransiscoSan Francisco’nun en ilginç sokağının adı da kendisi gibi çok ilginç. Çok dik bir yokuşu inmek üzere varyantlarla oluşturulan “The Crookedest Street” ise aracımla kullanmaktan hem zevk hem dehşet duyduğum bir sokak olarak hiçbir zaman hafızamdaki yerini kaybetmedi. Tabi arabayı bırakıp bir defa da yürüyerek yolu kat ettim, sırf sokağın ambiyansını içime daha iyi sindirebilmek için.

San Fransisco’nun en önemli alamet-i farikası olan Altın Köprü’nün üzerinden bir karşı kıyıya gidip dönerek tavaf farizamı da yerine getirmiş olarak SF olayını bitirdim.

Haftaya Ayı Yogi’yi ziyaret.

110

112

Konu ile ilgili, aynı geziden diğer yazılar:

013 Elvis ile aynı odada yatmak

015 Vegas günüm

016 Vegas gecem

113 Batı yakası hikayesi III

112 Batı yakası hikayesi II

111 Batı yakası hikayesi

114 Büyük Kanyon

Yorum bırakın