095 – Karaköy İskelesi


28 Kasım 2008

KaraköyİskelesiGeçen hafta sonuna doğru sıkı bir fırtına yedik. Bu alışık olduğumuz rüzgarlardan daha sert eseniydi. Bundan yaklaşık 2 ay önce de böyle bir fırtına, sadece 1 dakika için 100 km şiddetinde esip tüm çürük yapılmış binaların çatılarıyla bir de caminin minaresini devirmiş o esnada tesadüfen caminin yanındaki lokantada karnını doyurmaya çalışan bir adamcağız da ölmüştü. Bu kez Allahtan böyle bir talihsizlik bir cana mal olmadı ama benim için olduğu kadar tüm İstanbulluların bir şekilde kullandığı koca Karaköy İskelesini hak ile yeksan etti.

LahmacunBen henüz araba kullanmıyorken, yani daha bir avama karışıkken, sıklıkla kullandığım bir mekandı Karaköy İskelesi. Hele ki İstanbul’a ilk taşındığımızda sevgili belediye yöneticilerimin kıvrak ve üstün zekaları yüzünden tren istasyonu Sirkeci’de olmasına karşın nedense Haydarpaşa’da trenden inip vapura binenlerle Kadıköy’de oturup karşıya geçenler mutlaka Eminönü yerine Karaköy’ götürülürdü. Ben de her hafta sonu Cuma günü önce eve uğrayıp üzerimi değiştirir, peşinden de ödevlerimi koyduğum çantamı alıp önce vapurla Karaköy’e geçer peşinden Galata köprüsünü yürüyüp ardından, mutlaka ya Sirkeci’de ya da inişte Bakırköy’de olmak üzere, bir çift lahmacun alıp trenle Bakırköy’e varırdım.

LahmacuncuBu lahmacunlar mutlaka çift olarak satılırdı. Bu onların yüzleri bir araya gelerek kapatıldıkları için içeriklerinin dökülmesini önlüyor, biraz daha uzun süre sıcak kalmalarını sağlıyor, sırtları birbirine unlu pide olarak değdiği için yapışmalarını önlüyor, esas önemlisi, araları açılıp içlerine soğan ve domatesten oluşan içerik eklenebiliyordu ki bu hem onları yerken ağızdaki kuruluğu gidermek için ayran gibi bir meşrubat içme gereksinimini ortadan kaldırıyor, hem de zaten üç otuz paraya satıldıklarından içlerine neredeyse hiçbir şey konmadan hazırlanmış olduklarını gizlemeye yarıyordu. Bu içeriksizlik öyle bir haldeydi ki sardıkları kağıt parçası lahmacun bittikten sonra hala daha yağsız kalabiliyordu. Ama o zamanlar öyle lezzetli geliyordu ki, ben her defasında nefsime yenilmemek için önce almayı reddediyordum, peşinden de önce alanlardan imrenip kendime fazla uzak olmayan hedefler koyup, mesela “adamın başında kalabalık oluşturan alıcılar boşalırsa alırım”, “gelmekte olan yolculardan üçüncüsü alırsa ben de alacağım”, “havada uçan kuşların sayısı tek ise alırım” ya da en garantilisi “yanımdaki adamın gözünün üzerinde kaşı varsa alırım” gibi ulaşılması zor hedefler koyarak sonucunda o lezzetsiz lezzeti mideye indirmeyi başarırdım.

Karaköy-Kadıköy arasında hala daha çalışan şehir hatları vapurları iki katlı olduğundan bazen vapura binişlerde ve inişlerde üst kattan olan girişler de kullanılabiliyordu. Aşağısı genellikle daha kalabalık olduğundan ben üst katı tercih ederdim, ama aşağının kapısını daha önce açtıklarından biz yukarıdaki girişten ilk girenler olsak bile aşağıdan hızla gelip üst kata ulaşmak için merdiveni kullananların hızlıları daha önce varmış olup öncelikli olarak pencere kenarlarında daha fazla seçenekli oturma yeri seçme şansına sahip olurlardı. Kadıköy’de üst kat girişinden binilecek merdiven dış kapı sonrası olduğundan buna herkesin binme şansı varken Karaköy’de bu ayrı salondan olduğu için özellikle yukarı çıkmak gerekirdi. Gece geç saatlerde ise yolcu sayısı azaldığında üst katın merdivenleri bir zincirle kapatılıp yukarıya çıkış engellenirdi. Hem zaten engellenmese ne olacak ki, yukarıdaki iskeleyi vermeyip kapıyı da açmayacakları için çıkmanın bir alemi yoktu. Havanın lodoslu olduğu günlerde deniz fazla çırpıntılı olduğunda gemi yalpaladığı için üst kat girişleri tehlike yaratmaması için önlem olarak açılmazdı, bu da aşağıdaki izdihamı arttırırdı.

Karaköy iskelesinin Kadıköy’dekinden farkı her ikisinde de gazete ve kitap satıcıları olsa da Karaköy’de aynı zamanda bir sergi salonu bulunurdu. Burası muhtemelen ücretsiz olarak belediyenin daha amatör olan ressamlar veya fotoğrafçılara tahsis ettiği camekanlı bir odaydı. Türk insanının bir çekingenliği olsa gerek, sergiyi gezince mutlaka bir şeyler satın alma zorunluluğunu hissetmelerinden dolayı yolcuların pek rağbet etmemesi yüzünden kapıda mutlaka “sergiyi gezmek ücretsizdir” şeklinde elle yazılmış bir not asılırdı. Bu da muhtemelen en acı şey olan “varlık içinde yokluk” veya “kalabalık içinde yalnız olma” hissinin sergi gözetmeni tarafından hissedilmemesi için yapılmış bir adımdı diye düşünüyorum. Düşünsenize her yirmi dakikada bir yaklaşık 2000 kişi önünüzden geçiyor ama siz odanızda yalnız onlara bakıyorsunuz.

Karaköy iskelesi deyine benim belki de taaa en çocukluğum sırasında kullandığımız zamanlardan bile hatırlayabildiğim, yedi yaşından küçük çocukların bilet almadan, dolayısıyla turnikeleri kullanmadan geçebilecekleri hafiften köprümsü bir iki basamaklık serbest geçiş alanıydı. Buradan her ne kadar daha büyük yaşlı çocuklar da ücret ödememek için büyükleri tarafından geçirilse de ben üzerlerinde üniforma olan görevlilerin de oradan eğilip doğrularak geçtiklerini anımsıyorum.

Kadıköy’den eğer ki Haydarpaşa’ya uğranılmazsa geçiş süresi yirmi dakika civarında olurdu ama kaptanın ustasına rastlamışsanız ve ola ki mendirek dışından geçmeyi tercih etmişse bu süre onyedi dakikaya kadar düşerdi. Kaptanların ustalığı ise yanaştırma esnasında belli olurdu. Usta kaptanlar girişlerindeki hızlarını ve yanaşma açılarını öyle bir ayarlarlardı ki sanki eliyle koymuş gibi yanaştırdıkları gibi bir defasında yanaşmamız için muhtemelen on dakikaya yakın zaman harcayan kaptana bir hayli söylenenler olmuştu.

Karaköy iskelesinde vapurlar her iki tarafa da yanaştıkları için bazen seferler daha seyrek yapılırsa her iki tarafta da vapur olurdu ve öncelikli olarak vapura binmek isteyenler kapı ağzında durup kapının açılmasını beklerken diğer taraftaki kapı açılıp da diğer vapura yolcu alınmaya başlanırsa “az tamah çok ziyan” hesabı kendilerini birden kuyruğun en sonunda buldukları da olurdu.

İşte öyle bir keresinde bu tufaya düşmemek için bu kez son seferde her iki taraf da boşken yanaşacak olan geminin hangi tarafa yanaşacağını hesaplamak gibi bir misyona mecburen soyunmuştum. Amerika’da oturan kuzenim Aziz’in Galata Köprüsü altındaki salaş birahanelerde bira eşliğinde nargile içme isteğini memnuniyetle yerine getirmiştik. Kaç kişi olduğumuzu hatırlayamıyorum ama o gece beş tane büyük bardakta bira götürdüğümü, götürdüklerimi de Galata Köprüsü altında yer alan birahanenin fosseptik kazamayacağı için üreticiden tüketiciye direkt hattını kullanarak Haliç’in karanlık, bulanık sularına fazlasıyla gönderdikten sonra son Kadıköy vapuruna yetişmeden önce “hadi son bir kere daha” diyerek ziyaret ettiğim mekanda gönderdiklerim yeterli olmamış olacak ki biz iskeleye yürüyene kadar basınçtan böbreklerim sızlamaya başlamıştı bile.

Şu anda yerinde olmayan Karaköy İskelesinin bana göre en önemli eksikliği olan tuvaletin yokluğunu vapurdaki tesislerde gideririm desem de o esnada babalara bağlı gemi bulunmadığından “babalara ben gelmiş” durumdaydım. Bu durumumu hasarsız atlatabilmek için tuvalete ilk yazılan ben olmalıydım. İskelenin her iki tarafını da kesip gelmekte olan geminin girişte sol taraf olan Haydarpaşa tarafına yanaşacağını anlayınca sürgülü kapının tam orta yerinde kapı açılır açılmaz fırlamak üzere yerimi aldım. Diğer arkadaşlarım da olası başka talepliler olması durumunda onları bir nebze olsun engelleyebilmek amacıyla etrafımda konuşlandılar.

Durumum hakikaten içler acısıydı. Ben kıvranıyordum. Allahtan diğerlerinde benim gibi kritik bir durum yoktu. Gelen vapurun bir avuç olan yolcusu inince bizim kapı açıldığı gibi ben ok gibi fırladım. Anlaşmamız üzerine diğerleri kapı önünde hafiften baraj kurup arkadaki topluluğu geciktirdiklerinden ben koşarak ilk giren olarak iki adet olan pisuarlardan duvar kenarındakine yazıldım. Doğal olarak son sefer yolcuları bizim gibi felekten bir gece çalanlar olduğundan ve en ucuz tüketim maddesinin bira olup fazlasıyla müdrir olmasından her iki pisuarın önünde kuyruklar hemen oluştu. Yalnız bende nasıl bir birikim olduysa, yanımdakiler işlerini bitirip sıralarını savıp arkalarındakine devretseler de ben inatla ve tazyikle işime devam ediyordum. Benim arkamdaki kuyruktan homurtular gelse de yapacak bir şey yoktu, daha doğrusu yapacak çok şey vardı ve şeyimden geleni yapıyordum.

Muhtemelen o zamandan oluşan ağırlık kaymasıyla iskelenin dengesini bozmuş olmalı ki o etkiyle geçen fırtınada iskele önce o tarafa doğru yan yatıp peşinden nalları dikti.

Sonraki yazı 100 Yeni Yıl

94

96

Yorum bırakın