080 – Tükeniş


15 Ağustos 2008

Yahu ne kadar da zormuş böyle bir yükün altına girip her seferinde tam zamanında olmak şartıyla ama her defasında kendini yinelemeden farklı olup farklı konularda her rok’a maydanoz olmak. Her Perşembe akşamı kendimi ev kadınlarına benzetiyorum: “Bugün acaba ne pişirsem?

İlk başlarda yazmak çok kolaydı. Konu boldu, yazılacak o kadar çok şey vardı ki sanki hiç bitmeyecekmiş gibiydi. Derken olay farklılaştı. Hatta bir ara bu mecranın yazarlarından olan ve – ama durmaksızın değil de aralar verip toplamda- 100 sayı kadar Mahcubiyet yazıları yazan Fuad Bey Okay’a da hak vermeye başladım ama Cuma sabahları son editörlük işlerini tamamlayıp mesajımı göndermek üzere GÖNDER butonuna bastıktan sonraki hazzı ancak bilen bilir diyerek her hafta, son gecede bile olsa yazıyı tamamlamaya çalışıyorum.

Perşembe akşamı yazımı yazdıktan sonra konuyu bulup yazıyı yetiştirmiş olmanın zevkinin yanı sıra daha yarım saat önce ortada bir şey yokken yaklaşık 2 sayfalık yazıyı çıkarmış olduğum anda sanki artık her şey bitmiş sanki bir daha yazı yazılmayacak kadar gelecek Perşembe uzakmış gibi görünüyorsa da izleyen Perşembe neredeyse ertesi gün beliriyor. Hadi son bir gayret diyerek ortada konu bile yokken naçizane bir şeyler çıkartıyorum. Okul sezonunda bu biraz daha kolay oluyor çünkü ev halkı artık neredeyse her Perşembe yaşanan bu sendromu bildiklerinden kendi çaplarında bir gayret bana konu beğendirmeye çalışıyorlar. Hatta belki hatırlarsınız bir yazımın ilk cümlesini büyük kızım Başak “Tom balığı” başlığı ile başlatmıştı. Ama yaz günleri yalnızlıkla da birleştiğinden konu bulmak daha zor oluyor.

Bekarlık günlerinin dayanılmaz yalnızlığını üniversitede okumaya başlayıp yazları staj yapmak üzere İstanbul’da kaldığım sıralarda başlamıştı. Peşinden okul bitip askerlikle devam eden süreç (ki bu son zamanların en popüler lafını kullanmayı hiç sevmiyorum, esas anlamı İngilizce PROCESS den gelen ama dilini eşek arılarının sokası, bilhassa devlet erkanından olan kişilerin SÜRE yerine kullandığı bu kelimeyi duyunca “tüylerimden diken-diken oluyorum”) bana bekarlığın ne yaman bir çelişki olduğu konusunda derin izler bıraktı. İşbu sebepten gerçek bekarlıktan evliliğe geçtikten sonra Başak’ın doğmasından sonra yaz ayları boyunca yaz bekarlığına terfi ettim. Normal şartlarda temmuz başında bir hafta yıllık tatilimin bir kısmını kullandıktan sonra kalan zamanlarda bu yalnızlığı azaltabilmek adına hafta içleri “Yaz Bekarı”, hafta sonları ise “Aile Babası” rolüne soyunuyorum. Tabi bunun da bir bedeli oluyor. Son 10 senedir yazları uzun yol şoförlüğünün en üst rütbesi olan “Kaptan Şoför” mertebesine ulaştım.

Cuma akşamları çıktığım ARTUR yolunu artık değil ben altımdaki binek aracı bile öyle kanıksadık ki, yoldaki badal ve çukurlarda ola ki ben atlasam bile araç kendini sakınıp yola devam ediyor. Yolculuğun en sıkıntılı kısmı Yalova’ya kadar olan bölümü. Eğer ki vaktinde davranıp pazartesi öğlene kadar biletimi alamamışsam, Pendik’ten kalkıp Yalova’ya varan İDO feribotunda yer olmuyor. Bu durumda normal şartlarda yapılması gereken Eskihisar’a gidip dolmuş usulü çalışan Arabalı Vapura binmek ancak bencileyin hafta sonu sılasına gidenlerin hınca hınç doldurdukları ve neredeyse Ankara Asfaltına kadar uzanan feribot kuyruğunu gözüm yemiyor. Zaten bir an önce varma hesapları yaparken önce yol boyunca tampon tampona sürüşün ardından bir de içeri girdikten sonra ne kadar bekleyeceğiniz belli olmadan motor çalışmayarak beklemek benim içimi fazlasıyla sıktığından üçüncü alternatif olan ama her babayiğidin gözünün yemediği Körfez dönüşü ile ayağını yerden ve gazdan hiç kesmeden yaklaşık bir 100 kilometrelik fazlası olan seçeneği kullanıyorum.

Şimdilerde bir de Yalova- Topçular arası refüj yapma çalışmamaları yüzünden yolun dört kilometrelik kısmını bir saatten fazla bir zamanda kat ederek sıkıntıya sıkıntı katmak gibi bir durum oluşuyor. Geçen hafta “işte bu yüzden sırf bu yüzden işte” Karamürsel’den dağlara vurup İznik gölü çevresine varıp Orhangazi’ye vardım. Bu bana kilometre olarak çok eklemedi ama normal şartlarda yarım saatte, hadi bilemedin kırk beş dakikada alacağım yol için 1 saatlik bir harcama yapmama yol açtı. Yolun Yalova’dan sonra kalan kısmı yaklaşık dört saat sürüyor. Bu süre net süre olup mola zamanı eklenmediğinden ben de motoru hiç soğutmadan yolda sadece kırmızı trafik ışıklarında devinimimi durdurarak bitirmeye çalışıyorum. Ama!

Ama eğer mola vermem gerekiyorsa bunu Susurluk merkez ışıklarını geçtikten sonraki ilk trafik ışıklarında sola dönerek girilebilecek Yörsan tesislerini tercih ediyorum. Yörsan’ın ayranı meşhur. Buna bir de Susurluk mekanının özelliğinin molalarda Ayran-Tost ikilemesinin kaçınılmaz tüketimini eklerseniz mola verip de midevi bazı çalışmalar yapılmak istenirse işte size kesinlikle tavsiye edeceğim ikili:

Ayran ve kaşarlı tost.

Ancak “kaşarlı tostu” olduğu gibi değil, kasiyerlerin deyimiyle “Otlu” olarak almak. Bunu bana ilk öğreten bacanağım ve adaşım Mehmet’in hakkını da burada vermeliyim. Otlu kaşarlı tost ise iki dilim gerçek ekmeğin, tost ekmeğinin değil, arasına iki dilim olarak konan kaşar, Yörsan’da ise Mihaliç, peynirinin arasına ekilen “Kekik oti” ile bütünleşik hale gelen ve ısırdığınızda koparmanın mümkün olmadığı için lokmayı dişler ve dudaklar arasında tutarken elinizi çekerek eldeki parçadan ayrılmaya çalışılan lokmanın ağza tam olarak alınabilmesi için çeşitli şebeklikler yapıldıktan sonra pes edilip elle peyniri ağızdaki parçadan ayırıp, elde kalan yaklaşık yirmi santim kadar uzamış peynir parçasını izleyen lokma olarak yemek üzere ekmek dilimleri arasındaki yerine tıkmakla uğraştığınız lezzet kumkuması. İlk birkaç lokmada “etraftakiler görüyorsa ne derler” mahcubiyetini izleyen lokmalarda artık hem pişkinlik hem de etraftakilerin de aynı olayı yaşadıklarını gördükten sonra önemsemeyip afiyetle götürüp olayı ve molayı fazla uzatmadan ayranı da fondipleyip arabaya doğru yol alıyorsunuz.

Bu arada şehirlerarası yollardaki konaklama yerlerindeki bir sanayileşme, bir otomatikleşme hatta bir mafyalaşma yaşanan bir olaydan söz etmeden geçemeyeceğim:

Arabanın şıpın işi yıkanması.

İnanın sadece ihtiyaç molası verip yemek olayına takılmadan yaklaşık üç dakika içerisinde arabanıza geri döndüğünüzde “iş bitmiş fiş gitmiş” hesabı araba yıkanmış, silecekleri kaldırılmış olarak buluyorsunuz. Gerçi bu uzun yolda sinek, kelebek bazen de serçe gibi canlıların yolları sizinle karşılaştıktan sonra ön camın ayrılmaz bir parçası olmalarından sonra görüş biraz bozulduğundan yıkanınca fena da olmuyor.

Yol çok kereler kat edildiğinden çeşitli mihenk noktalarına gelindikçe eve yaklaşmanın getirdiği coşku yorgunluğun farksızlığında olmanıza yetiyor. Hele ki bir de varınca işte tüm yorgunluk sanki hiç yaşanmamış gibi. (aynı bu satırları siz canım okurlarım okurken sanki konu ve yazma konusunda hiç sıkıntı çekmemişim gibi).

Sonraki yazı 083 Aquapark

79

81

Yorum bırakın