072 – Taşra


13 Haziran 2008

Havza

Geçen Cuma hatırlarsınız şehir dışında olacağım için yazımı bir gün önceden göndermiştim ya, işte o gezimde farkındalığa ulaştığım bazı noktalarla canım Anadolu’muz ile ilgili gözlemlerimi paylaşmak istiyorum.

Bu iş gezisi için İstanbul’dan yola çıkıp Ankara aktarmalı Samsun’a gece vardım. Gece yarısına yaklaşırken sağ olsunlar toplantıyı düzenleyen Ulaştırma Bakanlığı yetkilileri beni bir araçla aldırıp toplantının yapılacağı Havza ilçesine yaklaşık bir buçuk saatlik bir yolculukla ulaştırdılar. Saat 1’e doğru ilçeye vardığımızda etrafta pek insan olmasa da, gelecek sene seçimlerin olduğu ve belediyelerin giderayak yandaşlarına peşkeşe başlamış olduklarının farkına varmak pek zor olmadı. Klasik bir belediye hizmet anlayışı olarak yollar ve kaldırımlar bordür taşlarıyla yenileniyordu. Tüm yollar toz-toprak içinde ve yapımı devam edenler ise kumlarla örtülü olarak durmaktaydı.

Havza kaplıcaları ile ünlü şirin bir ilçemiz olduğundan Ulaştırma bakanlığı bu seneki olağan yıllık bölgeler toplantısını orada yapmaya karar vermiş. Kaldığımız oteli de neredeyse kapatarak paraya iyice bir kıymış. Otelin Termal tesisinden yararlanmak bana kısmet olmadıysa da toplantı sakinleri bir hayli faydalandılar. Gece otele girerken dikkatimi çeken ancak fazla üzerinde durmadığım otelin havuz tesisinin olimpik ölçülere sahip olması çok ilginçti. Yahu bir insan otel yapar, içine havuzunu yapar ama 5 yıldızlı bile olsa bir termal kaplıcaya ait havuzu olimpik yapmanın sebebi nedir ben çıkaramadım. Daha sıhhi olacak denirse cevabım: “Daha küçük birden fazla havuz yapılsa daha iyi olurdu” olabilirdi. Eğer gece dönmek gerekmese, bu olimpik havuzda birkaç kulaç atınca muhtemelen daha önceki yazılarımda değinmiş olduğum Kahraman’ın akıbetine uğramasam bile gülmekten haşlanmış olacağım kaçınılmaz bir durum olarak karşıma çıkacaktı.

AncereOtel.jpgKaldığım otel ANCERE adında idi. Beni havaalanından alıp da otele getiren şoför bu adın “Hançere’den” gelme olduğunu söyledi ama hançereyi bir güçmen gibi okuyup da yazmanın ne esprisi vardır pek çıkaramadım. Ama gene de ismini bir kenara koyup olimpik ölçüdeki kaplıca havuzunu tek geçeceğimi belirtmek isterim.

Toplantı saat dokuzda başladı ve ilk bölümü yaklaşık yarıma kadar devam etti. Günün Cuma olması sebebiyle yemek paydosunu Cuma namazına yetişecek şekilde ayarlayıp ara verilince bir bi-namaz olarak ben bari boş zamanımdan yararlanıp ilçeyi gündüz gözüyle ve tabanvay halinde gezeyim deyip vurdum sokaklara. İyi ki de böyle yapmışım, not aldığım durumlar ile bu haftaki yazıyı da kotarmış oldum.

DirilişTurgutÖzakman.jpgHavza’nın Kurtuluş Savaşı başlarında Milli Mücadele’de önemi büyük. Otelin hemen yanındaki binanın Atatürk’ün Havza’yı ziyaret ettiği zaman kaldığı ev korunup müzeleştirilmiş olması dikkatimi çektiğinden uğrayıp şu günlerde okuduğum Turgut Özakman’ın Diriliş adlı kitap dolayısıyla daha bir duyumsayarak ve saygıyla ziyaretimi tamamladım. (ki herkese Diriliş’i okumasını tavsiye ederim, eğer ki yazarın “Şu Çılgın Türkler” kitabını da okumadıysanız mutlaka okunması gereken bir kitap olarak kütüphanenizde bulunmasını şiddetle öneririm).

İlk dikkatimi çeken otelden merkeze doğru inen yolda karşılıklı ve yan yana onlarca bayan kuaförü olması idi. Sanki ilçenin tüm kuaförleri aynı sokak üzerine konuşlanmış olmalıydılar. Yoksa başka semtlerde de bu kadar kuaför varsa ya ilçedeki hanımlar güzelliklerine pek bir düşkünler ya da bu adamlar pek para kazanamaz diye düşünebiliriz. Bu arada bir tanesinin adı “Kuaför Hatiyce” idi ki artık yazım hatası mıdır, yoksa halk dili söyleyişiyle mi yazılmıştır bilemiyorum.

Otelden ayrılırken Havza’da Akbank var mıdır diye sorduğum Recep’ten öğrendiğim ve daha sonra da teyit ettiğim banka şubesi veya ATM olarak sadece Ziraat ve İş Bankaları (ben görmedim ama Halk veya Vakıf da üçüncü banka olarak olabilir) dışında banka yokmuş. Yani devlet ve yarı devlet haricinde bir hizmet götürülmüş değil. Dükkanlara baktığımda ise cep telefonu firmaları ve beyaz eşya satıcıları her yerleri doldurmuşlardı.

Yürürken tesadüfen yanından geçtiğim bir dükkanın da “Havzanın Sesi” gazetesinin bürosu olması çok hoş bir tesadüftü. Camına yapıştırmış oldukları son sayının sayfalarının son sayıya ait olduğunu anlamak için tarihine bakmam gerekti. Muhtemelen otuz beşinci hamur kağıda, Gutenberg’den kalma ilk matbaa makinasıyla basılmış gazetenin (toplam 8 sayfa) baskı kalitesi sanki o kağıtların uzunca bir süredir camda içeriye güneş ışığını kesmeleri için konulduklarından zamanla sarardığı hissini verecek kağıt ve baskı üstünlüğünün bir göstergesiydi.

Seneler önce babam Diyarbakır’da basılmış bir gazete getirmişti. Otuz sene önceki o gazetedeki fotoğraf kalitesi inanın bu sayının içerdiği resimlerden pek de farklı değildi. Spor sayfasında bir maçtan enstantane yer alıyordu ve altında ibare olarak “… maçından bir pozisyonun fotoğrafının resmi” yazısı yer almaktaydı.

Ben daha bu gazetenin şokunu üzerimden atamamıştım ki yanından geçmekte olduğum bir dükkanın önü tenteden yarı yarıya kapanmış camdaki ismini görünce şoka girdim: “Özcan Gay Evi”. Yuh artık dedim, böylesine İstanbul’da rastlamak bile mümkün değilken şirin Havza ilçemiz bu kadar gelişmiş miydi ki eşcinsellere böyle bir hoşgörü ile yaklaşabilmekteydi. Şokun etkisini fazla yaşamadan kafayı indirip yazının tamamını okuyunca olayın bir yanlış anlaşılmadan kaynaklandığı, mekanın bir eşcinsel yuvası değil de bir kahve olduğunu gördüm: “Özcan Çay Evi”.

Havza’yı gezmem yaklaşık bir saat kadar sürmüştü ve bu süre neredeyse tüm cadde ve sokakları görmeme yetmişti. Otele geri dönüp öğle yemeği için yerimi aldığımda bana gene yemekle ilgili yazı yazma şansını yaratan yaradanıma şükrettim. Restoranın kapısında sıra olup önce salataları ve soğuk mezeleri tabağıma uygunca bir şekilde doldurduktan sonra, sıra sıcakların kısmına geldiğinde aşçılardan bir tanesinin tavsiyesi üzerine hiç adetim olmamasına rağmen çorbadan da tatma ihtiyacını hissettim. “Alaca” olarak adı geçen çorbanın oralara özgü ve kısaltılmamış adının AlacaHöyük çorbası olduğunu öğrendim ki, çorbayı içmeyi düşünmemiş olduğum ve tadına bakmak için “Az” istediğim çorbayı bitirdiğimde fena halde hayıflanmadım değil. Keşke az demeseydim diye düşündüm ama yemeğin geri kalanının vereceği damak zevkini düşünüp olayı fazla abartmadım. Ola ki oralara yolunuz düşer de bu çorbaya rastlarsanız mercimek esaslı, Ezo gelin benzeri ve içerisinde bol tahıl taneli bu çorbadan tatmanızı şiddetle salık veririm.

Çorba sonrası sıcak yemeklerden Orman Kebabını pilavın yanına bamya eşliğinde almıştım ki aynı masada oturduğumuz memurlardan biri cacığı gördüğünü ama öğleden sonraki oturumda uyku getirmesin diye almadığını söylediğinde aynen daha gençlik yıllarımda babamın Pazar günleri beni maçtan soğutmak için dil dökmeye başladığında içimde kabaran hissin tekerrür ettiğini hissedip anında kalkarak cacığıma, ama bu kez çorbadaki gibi az değil, kallavi olarak kendim doldurup kavuştum. Tabi bu arada sağı solu kolaçan edip insanlar ne yiyor diye gerekli notları da zihnime alıyordum.

Yemek üzerine önce kendime karpuz, kavun, kayısı, şeftali, çilek, kiraz ve erikten oluşan küçük bir meyve tabağı hazırladımsa da beni kesmesi mümkün olmadığından peşinden profiterol, baklava, şöbiyet ve krem karamelden oluşan tabağımın yanına kasede krem şokola da alarak masamdaki diğer oturanların iştahını kabartıp onların da tatlı masasına bir sorti yapmalarına vesile oldum.

Öğleden sonraki etapta sıranın bana gelmesini beklerken nasıl esnediğimi ise anlatmaya kelimeler yetmez diye düşünüyorum. Çünkü yaklaşık bir yıldır öğle yemeklerini yemediğim veya yesem bile ufak tefek atıştırmalarla geçirmeye alışkın olduğumdan yukarıdaki malzemeleri tabağıma aldıktan sonra da “malım haram olacağına canım haram olsun” mantığı ile silip süpürünce hazım için mideme akın eden kanımın boşalttığı beynimden uyku için şiddetli bir baskı yemem kaçınılmaz olmuştu.

PS1: Recep bkz. Cuma recepleri-37 (reception’da çalışan kişiye Recep denir)

Sonraki yazı 073 Önyargı

71

73

Yorum bırakın