064 – Cuma


18 Nisan 2008

Cuma günleri güzel günlerdir. Herkesin, bilhassa çalışanların hafta sonunun gelmesini iple çektiği sırada gelen bu güzel gün bana da diğer insanlara olduğu gibi değişik şeyler hatırlatır ve onları bekletir. Şu son yaklaşık bir yıldır, daha doğrusu on dört aydır cumaları şu yazılarımı göndermek için iple çekerken, öte tarafta eğer yazımı yazmamışsam biraz iç huzursuzluğu ile karşılamaktayım. Ancak iki elim kanda da olsa yazıları zamanında göndermeye çalışıyorum. Hele ki şu son zamanlardaki kurumsallaşan yapımızla beraber artık yerine getirilmesi elzem bir görev oldu.

GırgırCuma deyince her zaman için ilk aklıma gelen GırGır dergisidir. Her ne kadar arkasında “Pazar Günleri Yayınlanır” ibaresi bulunsa da Cuma sabahından gazetecilere düşen ve sabahtan alınmazsa olmaz prensibi ile neredeyse ilk sayısından beri takip ettiğim ve Oğuz Aral bey tarafından Günaydın gazetesi ve sahibi nam-ı diğer Gölge Adam Ertuğrul Akbay’a satıldığında hani “etimden et kopartıldı” hissi ile sarsılmış olduğum dergimin çıkış günü olması sebebiyle Cumanın özel bir yeri vardır.

İzmir’den İstanbul’a taşındığımız ve okumakta olduğum okul olan Anadolu Lisesi Kadıköy’de bulunduğundan otomatikman yerleşmek için seçtiğimiz Kadıköy’den, ninem, dedem ve teyzemlerin oturdukları Bakırköy’e gidişlerim de hep Cuma akşamından olurdu. Daha önceki yazılarımda bahsetmiş olduğum Kadıköy-Bakırköy yolculukları da hala tadı damağımda olan serüvenlerdir. Yalnız bir defasında, henüz tren terörü bugünkü boyutlara ulaşmasa da henüz delikanlılık yıllarımın ilk safhalarında tacize uğratılmaya çalışılmış ancak sessiz kalmayıp iffetimi koruyarak bu yolculuklara halel getirmediğimi de belirtmeliyim.

Cuma deyince aklıma gelen bir başka nokta ise CUMA AKŞAMI kavramıdır. Bu kavram daha henüz kendimi bilmeye başladığım sıralarda babamın akşam keyfi olan vakt-i kerahat zamanları bu akşamlarda sekteye uğrardı. O zamanlar babamın rakı kadehi yaklaşık altı-yedi santim yüksekliğinde ve dört santim çapında aşağıya doğru hafiften daralan kesme cam bir bardak içerisinde olurdu. Sanki bu bardak da eski HARDAL şişesinden devşirme idi. Daha sonra bu bardak standart rakı bardağına, peşinden de ince kristal bardağa terfi etti. Ramazanlarda oruç tuttuğundan, kandil-mevlit gibi akşamlarla beraber Cuma akşamları da inancı gereği içki içmeyen babamın bir müftü arkadaşı ile konuşması esnasında bu konu gündeme geldiğinde aydın bir müftü olan arkadaşı

Allahın her günü birdir. O günlerin diğer günlerden farkı yoktur. Eğer içki içmeyeceksen hiçbir akşam içmemelisin. Aksi takdirde içsen de olur

demesi üzerine müftüden fetvalı olarak babam perşembeyi cumaya bağlayan Cuma Gecelerinde de tek kadeh olan limitini kullanmaya başladı. Bu tek kadeh de hakikaten tek kadeh olurdu ve ikincisi çok nadir olarak, Turfan Amcam geldiğinde ekstra keyiften alınırdı. Normalde tek kadeh yarıya kadar rakı ile, tercihan Kulüp rakısı, doldurulur, üzerine yazları buz alınsa da normalde kalanı su ile tamamlanır, her yudumdan sonra rakıya eşlik eden su içilip rakı kadehinin üzerine eksilen kadar takviye yapıldığından sonlara doğru olay rakılıktan çıkıp Hacıbabanın abdest suyuna dönse de gereken alkol miktarı kana karışmış olduğundan hep dolu olan kadeh gözü ziyadesiyle doyurmuş olurdu.

Ben de ara sıra babama öykünüp akşamları bir kadeh patlatayım diyorsam da beni ancak kuzenim Aziz ve Çağrı yoldan çıkartıp kandaki promilimi yükseltiyorlar. Hani mumun dibine ışık vermemesi misali, akşamdaaaan akşama bir kadeh rakıcığını alan babamın aksine gayet Yeşilaycı bir hayat yaşamaktayım. Sahi bu arada eskiden bir Yeşilay Derneği vardı ve okullarda kolu bile vardı ama şimdi acaba kızım Başak’a sorsam bilir mi bilmez mi diye bir soruyu kendime sordum ama cevabını bilemedim.

Şimdiki çocuklara ders olması açısından bizim eve televizyon doğuştan gelmemiş olduğundan, sonradan geldiğinde bazı kurallarla geldi. Örneğin ben üniversiteye başlayana kadar evde hafta içi günleri haberlerden sonra yayınlanan programları seyretme yetkisine sahip değildim. Sadece özel izinle pazartesi akşamları geç saatlerde yayınlanan Spor Stüdyosu programını ve arada Çarşamba geceleri yayınlanan Avrupa Kupası maçlarını seyredebiliyordum. Bunun dışında kalan ve tüm arkadaşlarımın eksiksiz seyrettiği Dallas, ki dizideki Lucy diğer erkek arkadaşlarım tarafından kırdığı cevizlerden dolayı hayırla ve sitayişle anılırdı, ve benzeri dizileri sadece gazete sayfalarındaki televizyon haberlerinde görürdüm. Bu sebeple uykumu iyi aldığımdan çok sağlıklı bir yaşam sürdürmekteydim.

Tekrar Cuma gününe dönersek, Cuma günü sınırsız televizyon seyretme imkanımız sayesinde haber sonrası kuşağı kaçırmadan izlediğim programlar olurdu ama haftanın beş günü televizyon seyretmediğimiz için çok da esiri olmazdım diye hatırlıyorum. Üstelik o zamanlar reklamlar böyle zıvanadan çıkmadığı için filmler bile on dakika arasız yayınlanır, dizi ve film sonlarına doğru iyice sıkışılmış olurdu. Halbuki şimdi reklam araları yüzünden her türlü ihtiyaç giderilebilmesi yanı sıra sıkıntıdan ve fazladan mutfağa uğranıp kilo alıcı aburlar ve cuburlar haddinden fazla tüketilmekte.

Cuma gecesi deyince, aklımdan yemek de çıkmadığı için, aklıma bir de Amerika seyahatim sırasında geçirdiğim bir Cuma akşamı geldi. Kuzenim Aziz’in yanında kalmakta olduğum zamanlarda okulda tanıştığı Kıbrıslı arkadaşı Evren, ki kendisi konuşma açısından sıkı bir “Kıprıslı” idi, ve birkaç Amerikalı ve yabancı ülkeden okul arkadaşı ile birlikte bir Cuma akşamı yemeğe gidilmeye karar verildi. Biz normal şartlarda Aziz’le özel bir akşam yemeği yiyeceksek bir Tayland, bir Hint, bir Yunan gibi farklı kültürlere ait; garsonların hizmet ettiği özel restoranlara gidip o zamanlar bahşişi ile birlikte içkili bir yemeğe 2 kişi toplam 25-30 dolar verirdik ki birden kim olduğunu hatırlayamadığım birinden gelen Wendy’s Hamburgercisine gitme kararı alındı. Evren bu işe şiddetle karşı çıktı:

Arkadaşlarla beraber bir akşam, bir Cuma akşamı Wendy’s’de yemek. Aman Allahım. Olmaz böyle bir şey. Yani Cuma akşamı yemeği ibadet gibi özenle yapılmalı ve festfuud şeklinde bir yemekle geçiştirilmemeli”.

Sonuçta biz o yemeğe nereye gittik hatırlamıyorum ama Evren’in o karşı çıkışından sonra özel bir yemek olayı olduğunda o an aklıma hemen geliverir.

Kıbrıs deyince de aklıma gelen ilk dışarıda yemek ile ilgili anım Başak henüz doğmamışken, karnı burnunda eşime özel doktor izin yazısı da alarak ziyaret ettiğimiz Yavru Vatan’da, muhtemelen bir Cuma akşamı arkadaşım Fuad tarafından bizim onları bir önceki akşam dışarıda yemek ısmarlamamıza nispet olsun diye “Lefkoşa’nın en mutena ve en gözde yeri” diye götürdükleri ancak ne hikmetse kapalı olduğundan, bari aç kalmamak uğruna yemek yeme, artık bahtsızlığına mı desek, uğradığımız Allahtan son akşam yemeğimiz olmayan yemek gelir. Oturduğumuz masadan başlayarak; üzerinde örtü vardı da o mu çok acayipti yoksa yoktu da üzerindeki lekelerin durumu mu içler acısıydı; garsonların üstlerindeki kıyafetleri ve etrafın temizliği veya doğru söylemek gerekirse kirliliği mi had safhadaydı; gene yukarıda bahsi geçen garsonların tavırlarındaki hız ve hizmet aşkı yanında yemek çeşitliliğini göz önüne alarak, ortamın müsait olmamasına rağmen bir diğer yengemgil Nihan’ın etrafta hizmet eden, daha doğrusu etmeyen garsonların gözlerinin içine bakarak,

Biz de sizi buraya getirdik ama pek matah bir yer de değilmiş

benzeri lafı serin bir Ocak Cuma gecesinde içimizi ısıttı. Yani ortam hakikaten Evren’in Wendy’s’ini bile mumla aratır bir haldeydi. Aydınlatma bile sanki mumlarla sağlanıyormuş gibi loştu içerisi, yani her an kim vurduya gitme durumu bile olabilirdi. Neyse ki vurmadı.

Sonraki yazı 072 Taşra

63

65

Yorum bırakın