056 – KAR


22 Şubat 2008

Dışarıda sıkı bir kar yağarken bir konuyu da kar’a ayırmamak olmaz diyerek konumuza başlayabiliriz. Bu sene her ne kadar kapıdan baktırıp kazma kürek yaktırmadıysa da ve gelişi günler öncesinden bir davul zurna çalınarak haber verilmediyse de nihayet geldi. Hem de ne geldi. “Siks okka“ geldi.

Seneler öncesinde biz daha Karşıyaka sokaklarında, belki de ben henüz okula bile başlamamışken gördüğüm ilk “kar”da biraz şaşırmış, havada uçuşan taneleri yakalamaya çalışırken sonuçta yerlerde tutmamış olsa da karın ne mene soğuk bir şey olduğunu anlamıştım. İzmir’de oturmanın verdiği dayanılmaz hafiflik, gökten sadece, ama yağdığı zaman da adamın iflahını kesen yağmuru öğrettiyse de karla doğru dürüst tanışmam ve yerde tutmuş olarak görmem İstanbul’a yerleştikten sonradır. Bir akşam yemeğinden amcamlardan dönerken çıkışta yerlerin bembeyaz olduğu bir gecede, Altıyol’dan gelip o sıralar taşıt trafiğine, hem de çift yönlü olarak açık kardan beyazlaşmış Bahariye Caddesinden annem hiçbir şeye aldırmayarak ustaca bizi eve ulaştırırken o sırada arka koltukta oturan bendeniz hafif tırsma pozisyonunda idim.

Lise çağlarımızda kar yağdığında evimiz okula yakın olduğu için ve o sıralar valilik şimdilerde olduğu gibi okulları tatil etmek gibi bir misyon taşımadığından kar yağmış okulda, uzaktan gelen arkadaşların bazen ulaşamadığı seyrek mevcutlu sınıflarda ders yapmak öğretmenlerle biraz daha yakın olmayı gerektiriyor ve kaytarmayı zorlaştırıyor olsa da teneffüs aralarında dışarı çıkıp bizim Olimpiyat diye adlandırdığımız, etrafı yaklaşık 75cm duvarla çevrili altı fuel-oil deposu olduğundan havalandırma ve dolum için ortasında iki adet birer metrekarelik yükseltiler bulunan maç alanımızda top oynamanın zevkini neredeyse hala daha unutamıyorum. 10 dakikalık zamanda merdivenleri ikişer üçer zıplayarak inip, bir evvelki teneffüste kaldığımız yer ve kadrolarla maç yaptıktan sonra dersin ilk beş dakikasında elimden mendili düşürmezdim. Eğer ki o arada bir de sözlüye kaldırılmışsam, o zaman sanki içerden ter vanaları sonuna kadar açılırdı ki benim o ders sonuna kadar mendille ter silmekten iflahım gevrerdi. İşte o zamanlarda ben kışın pencereyi açar, kızanlara silmekte olduğum terimi gösterip susturur, dolayısıyla da yazın ceketin yakalarını kaldırıp pencereleri kapatırdım- üşüyorum hesabı. Olimpiyatın doğası gereği zaten maç yaparken handikap olan havalandırma engelleri yüzünden maç yapmak zor olsa da bir de kar varsa o zaman işler hepten çetrefilleşir, top oyunu topluktan çıkar, bir kör dövüşüne dönüşürdü.

1987 kışındaki sıkı kar yağışında silahlı kuvvetlerimizin genç bir yedek neferi olarak Üsküdar_1987KARgörevimi ifa etmem esnasında, Halit Kıvanç ve Aydın Boysan gibi kurt yayıncıların bahsettiği İstanbul Boğaz’ını üzerini yürüyerek geçirtecek kadar dolduran buzlar kadar olmasa da kar sıkı bir şekilde yağmıştı. Birliğe gidiş gelişlerimiz servis aracı ile olduğundan sorun yaşamıyordum ama bir Pazar sabahı nöbeti devralmak üzere bireysel olarak yola çıktığımda yolların kapalı oluşu beni biraz etkiledi. Zar zor bulabildiğim bir Üsküdar otobüsü ile ancak Doğancılar yokuşu başına kadar gelebilmiştim. Sonrasını yürüyerek geldiğim meydanda ise beni boğaz kıyısından Çubuklu’ya götürebilecek otobüslerden eser olmadığı için meydanda kalakalmıştım. Dönüşüm de gene zor olmuş, ancak yürüyerek Doğancılar yokuşundan devam edip Çiçekli-Selimiye Kışlasına kadar gelip ancak oradan toplu taşıma vasıtalarına binmiştim.

Bu olayın ertesi senesinde eğitim için gittiğim Almanya’dan annemin amca oğlunu ziyaret için gittiğim İsveç’te ise kar yokluğu yüzünden tüm İsveçlilerin mutsuz olduğu bir zamanı orada geçirmiş. Yüksek enlem durumu yüzünden zaten kışları güneşi az alan ülkede yerlerde kar da olmayınca ortamın kasveti iyice çekilmez bir hal almış idi. Sabah on buçuk gibi aydınlanmaya başlayan etraf saat üç buçukta tamamen zifiri karanlığa yerini bıraktığından etrafta görülebilecek yerleri ancak birkaç saatliğine gezme fırsatımız oluyordu. Mahmut abi’nin her akşam yemeğinden sonra bana bulaşık yıkamaktaki maharetini gösterme isteği annesi tarafından hep sekteye uğratılsa da o her defasında

Aaaaa, Anne niye böyle yapıyorsun. Bak bir türlü Mehmet’e maharetimi gösteremedim. Ama bana söz ver yarın bulaşıkları bana bırak

sözüne yengemden gelen

Tabi Mahmutçum, yarın sen halledersin. Ben bugün hem siz konuşuyorsunuz hem de bulaşık zaten az diye hemen hallediverdim

lafı nedense hep lafta kalıyor, aynı terane benim orada kaldığım dört beş gün aynen devam ederek sürüyordu. İsveç’teki son günümde yağmaya başlayan kar tüm İsveçlileri mutluluktan havalara uçurmuştu ama ben karlı İsveç sabahını göremeden geri dönmüştüm.

Boğaziçi’nin son senesinde yağan şiddetli kar da birkaç gün etkisini fazlasıyla göstermişti. Bir öğle vakti yemeğimizi yemek üzere Kuzey kampüse giderken yolu oluşturan beton yoldaki yedi-sekiz basamaklı merdivene fazla güvenmediğim için yolun yanında bulunan üzeri kar kaplı toprak kısımdan geçmek üzere hamlemi yaptığım anda, o kısımdaki karın altının buz olma ihtimalini düşünememiş olmanın dayanılmaz hafifliğiyle kendimi bir anda havada ve sonra da yerçekiminin doğal bir cilvesi olarak yerde buldum. Yağmakta olan kardan korunmak üzere elimde tutmakta olduğum şemsiye de “yukarıdan gelenden korurum ama aşağıdakiler için benden medet umma” diyerek, anında “düşenin dostu olmazmış, düşene bir tekme de sen vur” misali elimden fırlamaz mı. Şemsiye açık olduğundan ve benim geliş hızımdan, elimden fırladıktan sonra yolun yanındaki şarampole doğru yönlenince ben kendimi unutup, hatta feda ederek, şemsiyenin sapını yakalamak üzere boşluk tarafına hamle ettim. Neyse ki sorun olmadan, daha doğrusu aşağıya düşmeden, şemsiyeyi havada yakaladım. Burada aşağıya düşmeden dediğim şemsiye değil kendim oluyorum. Zaten şemsiye düşse yaklaşık iki, bilemediniz iki buçuk metre olan yükseklikten paraşüt gibi ineceğinden bir şey olmadan kendini kurtarabilirdi ama ben oradan düşseydim herhalde durumu zararsız atlamazdım.

Aynı karın devam eden günlerinde artık İstanbul güneşine dayanamayan kar erimeye başlamış, hatta sadece ağaçların gölgelerinde kalmışken, bir okul dönüşü Hisarüstü durağına doğru çıkarken, karşıdan nedense hiç sevemediğim bölüm hocamız Yekta Bey elinde çantasıyla son derece ciddi bir halde güneşten nasibini alamamış ağaç altı gölge kısma gelince yerdeki karı hesaba katmamanın bedelini bir anda aynen benim toprak yolda başıma gelen gibi kendini yerlerde bularak ödemişti. Daha önce de belirtmiş olduğum düşenin dostu olmaz misali bu düşüşün zevkini kanımın son zerresine kadar hissetmiştim. İçimin yağları da erimiş miydi ne?

Kızım Başak’ın doğumu esnasında yağan kar da martın 23’ü olmasına rağmen sıkı bir şekilde etrafı kaplamış bizi doğuma gidememe korkusu içerisinde bırakmıştı. Bir sonraki doğum öncesi ise Başak’ı yuvasına bırakıp da eve gelip Sevgi’yi alacağım esnada da sabah erken saatlerde yağmış olan karın etkilediği buzlu Ataşehir yollarında üç buçuk atmaktan yavaşça yol almış, o sırada bizden evvel hastaneye varıp bizim gelmediğimizi gören Ebru yengemin “Ziyaretçiler geldi ama daha doğuracak kadın ortalarda yok” dalga geçişlerine maruz kalmıştık.

Kar yağdığı bir gün fabrikaya doğru gelmekte olan Bayram Beyin başına gelenlerse çaresiz durumda kalınınca insanların ne kadar enteresan tepkiler verdiğini en iyi gösteren hallerden biridir. Fabrika yakınlarındaki YeniDoğan sapağına yaklaşmışken yoldaki kar yüzünden kontroldan çıkmış bir araç arada biraz mesafe olmasına karşın Bayram beyin kullandığı araca doğru yönlenince gayri ihtiyari olarak Bayram bey araca selektör yapmış. Hani, “kayıyorsun ve şeridinden çıkıp benim şeridimi ihlal ediyorsun, gelme, çekil” hesabı.

Eğer şanslı olunursa kar küreme araçları sizin yolunuzu açabilir. Bundan birkaç sene evvel Sarıgazi civarında eşim Sevgi’yi işyerine bırakmak üzere saptığımızda tesadüfen orada çalışmak üzere bulunan kar küreme aracının arkasında herhalde şimdiye kadar ki kar kaplı yolda en rahat sürüşümüzü yapmıştık. Karla kaplı yol daha yeni açılıyordu ve kenara atılan karlardan sanki duvarlar arasında gidiyor gibiydik.

Bizim kadar şanslı olmayanlar da Bedevi, kutup ayısı ve çöl üçlemesinde olduğu gibi bundan birkaç sene evvel Bahçeşehir civarında kara yakalanıp, İstanbul’a on kilometre mesafede ve İstanbul’u Avrupa’ya bağlayan TEM otoyolu üzerinde 24 saat mahsur kalmışlar, askerlerin ulaştırdığı kumanyalar ve battaniyelerle hayatta kalabilmişlerdi. Bu da AB’ye katılım sürecindeki ülkemizin durumunu ortaya ne güzel koyuyor değil mi? (Böyle toplumsal bir mesaj vererek konumuza bir son verelim derim)

Sonraki yazı 062 TRT

55

57

Yorum bırakın