050 – ALIŞKANLIKLAR


11 Ocak 2008

İyi ya da kötü çeşitli alışkanlıklara sahibiz. Benim de neredeyse bir yıla yaklaşan bu Cuma yazılarım başlayalı beri bence güzel ama bir hayli stresli yeni bir alışkanlığım oldu. “Yarım dalya” dediğim bu yazımı da yazmak için geçen hafta korkularda belirttiğim gibi “nasıl olsa önümde bir hafta zamanım var, gerine gerine, göbeğimi kaşıya kaşıya yazarım” derken erteleye erteleye gene Perşembe akşamını bulduğumdan konu bulamama- yazıyı yetiştirememe- akşam uykusuz kalma gibi stresler içine girdim. 50 sayısına ulaştığıma göre konu bulamadığımdan bari alışkanlık olduğuna göre yukarıya önce bu başlığı atıp peşinden de alışkanlıklarımı yazayım deyip de yazıya başlıyorum.

Yazıyı ben yazdığıma göre benim alışkanlıklarımdan söz ederek olaya bir girizgah yapalım. En sıradanları olan gündüz işe gelmek, gece uyumak gibilerini dışarıda bırakırsak mesela bu akşam gene gerçekleştirmiş olduğum Perşembe akşamları Carrefour alışverişimi yapmak gibi enteresan bir alışkanlığım var. Bu hem biraz çıkar olayı- çünkü trink-para olayı var ki bugün yapılan alışverişe %5 olayından faydalanmak- biraz da olaya toptan girince sanki alışverişin daha verimli ve bereketli olması gibi. Mesela hafta sonları Pazar alışverişi yapmazsam arada marketten veya manavdan aldığımız meyve ve sebzeler ya hiç yetmiyor ya da nedendir bilinmez yenmeden çürüyor. Üstelik pazarın tazeliği ve ucuzluğu da yanına ayrıca kar kalıyor. Gördüğünüz gibi diğer bir alışkanlığım da hafta sonları Pazar alışverişi yapmak.

Alışkanlık deyip de alışkanlık olarak sadece alışveriş yazınca zannedilmesin ki de alışverişi pek sevmem. Market ve Pazar alışverişine tamam ama birebir tezgahtar ile etkileşimli olaya girmeye ve hatta sonunda pazarlık safhası varsa kesinlikle uzak durmaya çalışırım.

Seneler önce yazın giymek üzere bir keten pantolon, renk olarak haki, bej olabilecek, almak üzere tesadüfen önünden geçtiğim bir butikte hem içerinin doğal olmayan aydınlatması, hem de tezgahtarın benim ürkekliğimi fark ederek elinde kalmış olan nadir cins renklerden açık fıstık yeşili keten pantolonu bana kakaladıktan sonra eski bir arkadaşımın “bunu sattıktan sonra herhalde tezgahtarı mükafat olarak Avrupa seyahatine gönderdiler” benzetmesini yaptığı pantolonu muhtemelen kendime kızıp en kısa zamanda üzerine –yanlışlıkla- çamaşır suyu sıçratma marifetiyle ıskartaya çıkarmışlığım vardır.

Tezgahtarlarla ilişki deyince de aklıma hemen gelen, hatta hiç çıkmayan tezgahtar olayım kumarhane deyince akla ilk gelen Las Vegas sokaklarını arşınlarken görüp de gene “kendim ettim-kendim buldum” misali beni kendisine çeken “bedava harita” yazısı için girdiğim dükkandakidir. Beni bekleyen dört çift gözün sahibinin biraz işsizlikten, biraz muhtemelen uzunca süredir aynı işi yapmaktan, biraz da müşteri yokluğunda birbirleriyle konuşmaktan sıkılmaktan dolayı ortama ilk giren şanssız kişi durumunda olduğumdan, hemen bana ne satabileceklerini, hatta mümkünse en pahalı ne olabilir diye tarttıktan sonra “Büyük Kanyon üzerinde uçuş”ta karar kıldıklarından olsa gerek benim daha ucuz olan otobüs ile seyahat seçeneğini benim adına eleyip 110 dolarlık bir külfet altına sokmaları hala aklımdadır. Sonuçta ben ertesi gün otelimden alınarak 2 saat sürecek bir yolculuk için “kolaylıkla” ikna edilmiş oldum. Peki bundan zararlı çıktım mı? Hayır, fıstık yeşili pantolon olayındaki gibi bir sonla karşılaşmadım, hatta Grand Canyon’un o muhteşem güzelliği karşısında çok da memnun kaldım tabi ama bunun ödediğim paranın sonrasında bir Polyanna’cılık olarak algılanma durumu da vardır.

Lise ve üniversite zamanlarımda hafta sonları maça gitme alışkanlığımı ne yazıktır ki holiganlar ve kötü tezahürat yüzünden bırakmak durumunda kaldım. Geçen sene şampiyonlar ligi maçları için kombine bilet alsam da olimpiyat stadının buz kesen tribünleri ne yazık ki benim eski alışkanlığımın depreşmesine engel oldu. Geçenlerde, GS’nin son UEFA eleme grubu maçı oynanacağı akşam, ki bayramın son günü olduğundan evdeydik, aniden bir zekayla hatırladığım bu eski alışkanlığımı maaile gerçekleştirme isteğim sağduyulu davranan eşim ve çocuklarım tarafından bastırıldı. İyi ki de bastırılmış hem soğuk hem de maçın sıkıcılığı yüzünden maç burnumuzdan gelebilirmiş. Halbuki biz, babamın seneler önce bana söylediği ama benim hiç uymadığım şekilde sıcak evimizde ayaklarımızı uzatarak oturup çayımızı içiyorduk.

Televizyon seyretme alışkanlığım ise sonradan görme olduğum, yani doğduğumda TV olmayıp daha sonra yayına başladığından gerçek bir sonradan görme formuna çok yakın. Kablolu yayın olduğundan beri hem kaliteli yani karsız yayından, hem de Diskavıri ve neyşınıl ceografik gibi nadide kanallar bulunduğundan biraz tutkulu bir hal aldı. Geçen haftaki yazımda belirttiğim Everest belgeselini 3 gün boyunca saat onbirden onikiye kadar uyku gözümden akmakta iken dahi neredeyse gözümü kırpmadan seyrettikten sonra bir de strese girmemden tutkumun boyutları hakkında yorum yapabilirsiniz diye tahmin ediyorum.

Spora daha doğrusu spor yayınları seyretme alışkanlığım her ne kadar yukarıdaki paragraftaki konuyla ilintili gibi görünse de, sadece televizyonda değil, canlı olarak da her türlü sporu seyretmekten korkunç bir zevk alırım. Bu seyir alışkanlığım muhtemelen evimize çok yakın organize edilen 1971 Akdeniz Olimpiyatları esnasında kapalı spor salonunda basketbol, voleybol, hemen arkasında yüzme ve tramplen atlama gibi değişik ve her zaman rastlanmayacak aktiviteleri seyretmekle başlamıştı. Standart seyir sporlarından futbol-basketbol gibilerin dışında kalan tenis, Formula F1, bilardo gibi nispeten seyredilebilitesi olan sporlardan başka marjinal olarak adlandırılabilecek Amerikan futbolu, sumo, bir zamanların moda kış sporu curling hatta dart gibi pek seyredilmeyen sporlar için bile pek çok saatimi heba edebilirim.

Ahmaklardan alınan vergi” olan milli piyango alışkanlığımı yenmiş olsam da şimdilerde sayısal ve şans topu gibi şans oyunlarını fazla da güç ve zaman ayırmadan doğrudan makinaya oynatarak ama sonuçta vergimi vermiş olmanın huzurunu nedense çekiliş sonrası bir ya da hiç sayı tutturamamış olduğumu fark ettiğim anda huzursuzluğum ile değiştirmek zorunda kalırım.

Küçükken evdeki ansiklopedileri okuyarak edindiğim okuma alışkanlığımı bir aralar kaybettiysem de şimdilerde internetten tarayıp da bulup edindiğim kitapları okuyabilmek için, affedersiniz yüzünüze güller, tuvalette kalma alışkanlığımı biraz daha uzatmak durumunda kaldım. Okumayı ilk öğrendiğim andan itibaren edindiğim gazete okuma alışkanlığım ise hala daha her gün bir günlük gazete alarak devam etmekte. Sabahları haberlere bir göz atmadan işe başlamamanın yanı sıra artık hemen her günlük gazetenin vermekte olduğu SUDOKU bulmacası çözmesi de son göz ağrısı alışkanlıklarımdan oldu.

Tüm bunları belirttikten sonra bahsedeceğim en güzel alışkanlığım ise şimdiye kadar herkesin tiryakilik olarak alışkanlık yaptığı sigaradan nefret derecesinde edinmiş olduğum bir nefret alışkanlığı olmuştur. Her ne kadar şimdiye kadar değil nefes çekmek ağzıma bir kere bile yakılmamış sigara değdirmemiş olsam da yanlışlıkla bir başlarsam muhtemeldir ki en sıkı tiryakileri bile geride bırakırım diye tahmin ettiğimden sigaraya karşı hep mesafeli olmuşumdur.

Sonraki yazı 051 – DÜĞÜN

49

51

Yorum bırakın