049 – KORKU


4 Ocak 2008

Yeni yılın ilk yazısında şimdi korku da nereden çıktı diyeceksiniz ama insanın korkularıyla yüzleşip onu yenmesi gerekir diye düşünüyorum deyip konuya biraz derin dalıp olayı geliştirelim.

Bir çok korkularım vardır. Bunların başında pek çok kişide olduğu gibi Köpek korkusu, yükseklik korkusu ve hiçbir zaman yenemeyeceğim ve vazgeçemeyeceğim Lunaparklardaki insanı dehşete düşüren çılgınlıklar korkularım vardır.

Köpekten vakti zamanının Muhlis Bey’i kadar olmasa da tırsarım. Ama belli etmem, ya da belli etmediğimi zannederim. Gerçi köpekler insan korkarsa onlardan huylanırlarmış ve korktuğu zaman yaydığı ani terle karışık korku hormonunu hissedebilip “bu adam benden korkuyorsa yamuk bir şeyleri vardır” deyip hırlarlarmış. Annemin böyle bir hormonal dışavurumu çok şiddetli olmalı ki korkmasa bile en munis köpeği bile çıldırtmaya dönük bir ifrazat becerisi olduğunu söylemeliyim. Kendimin ise tam tersi en tırsık anımda bile olayı köpeğe bile fark ettirmeme yeteneğim vardır. Bazı durumlarda köpek direkt hamle halinde ise fark etme veya etmeme fark etmediği için korkuyu dışarı vurmada bir beis yoktur. Seneler önce üstelik de Yahudi olan bir arkadaşımı bize doğru koşarak gelmekte olan Doberman’a karşı siper edip en azından kendimi korumuşluğum vardır. Yalnız bir defasında karanlık bir saatte Kadıköy’deki evime giderken bir arabanın yanında durmakta olan ve benim boş bir çimento torbası zannedip kaale almadığım şey aniden ayaklanıp benimle birlikte yürümeye başlayınca bir çığlık atmamak için kendimi zor tutmuştum, ama muhtemelen nabzım anında katlanmıştır diye tahmin ediyorum. Tabi bu arada siz de tahmin edersiniz ki gene erkekliğe şokella sürdürmeyip en azından dışarıya korktuğumu belli etmedim.

Aynı sokakta daha önce başıma gelmiş olan KARGA olayında ise korkum dışarı dahil olmak üzere her yere taşmıştı. Ben alışverişimi yapmış çarşıdan dönerken bir kedinin bir yavru kargaya musallat olduğunu fark ettim. Tabi bunu iki anaç karga da fark etmişler ki olaya müdahil oldular. Bu durum karşısında uyanık davranan kedi anında olay yerini terk edince ortamda suçlu konumunda bir ben kalmıştım. Her ne kadar kendi halinde, saf-saf, hiçbir şeyden habersiz yoluma devam ediyor olsam da kargaların “madem buraya kadar geldik, birilerini cezalandırmalıyız” düsturu ile hareket etmesi neticesinde silahları beni hedefledi. Başımın üzerinde pike yaparak tam iniş esnasında yolladıkları ağır silahlardan iki tanesi biraz önümde patlayınca selameti kaçmakta bulduydum.

Erzincan köy yolunda gene hiç bir şeyden haberim olmadan tamamen rastlantısal olarak dönüş yolu üzerinde durmak zorunda olduğum bir mandanın tacizine uğradığımı zannettiğim anda her ne kadar korktuysam da o an açık olan şoför kapısının camını öyle seri bir şekilde kapattım ki muhtemelen manda bile bu işe şaşmış olmalı. Bu olayın tek negatif tarafı ilk kez orada karşılaşmış olduğum, tabi bundan zararlı çıkan taraf manda tarafı olsa da, manda hayvanını bir türlü sevememek ve kanımın kaynamaması olmuştur.

İzmir’de oturduğumuz yıllarda dayımla beraber gittiğimiz bir hayvanat bahçesi gezisinde kafesinin önünde bakınmakta olduğumuz arslanın aniden şaha kalktığı anda dayımın “siper alın” dediği anda kendimizi kollayıp hedefi küçülttüğümüzde durumun vahametini anlayamayan bir Anadolu çocuğunun, arslanın-ki burada arslanın dişi olmadığını belirtmek durumundayım- püskürttüğü idrarı ile baştan ayağa sıvanması korkunun ecele olmasa da idrara faydası olduğunun en güzel göstergesidir. Yalnız kendisi bir tiyatrocu olsa da dayımın arslanın bu ani hareketi karşısında ne yapacağını sezip bizi uyararak nasıl idrardan korumuş olmasını hala daha anlayabilmiş değilim.

Amerika gezim esnasında araba ile gezilen bir açık hayvanat bahçesinde yanıma ne yazıktır ki yiyecek bulundurmadığım için dilenmeye gelen hayvanları besleyememiş, bunun sonucunda pencereye kadar gelip de boş dönen hayvanlardan bir an önce uzaklaşmak isterken, ama tabi bu arada açık hayvanat bahçesi olayını da görüntülemeye çalışırken, acele ile hayvanları resimlerken tam odaklayamayıp çekmiş olduğum bir zebranın burun ve kuyruğunun resim dışında kalmasından dolayı bazı arkadaşlarımdan alaya alınma durumunda kalmıştım.

Zurnanın zırt dediği ve korkunun tavan yaptığı en muhteşem yerler de lunaparklardır. Bilhassa yurtdışında özellikle heyecan katmak üzere gittikçe daha da geliştirilen hız trenleri (roller coaster) benzeri heyecan yaratıcılara binmek beni hem heyecanlandırır hem de adrenalinimi tepeye vurduracak kadar korkutur. Yalnız aletlere binmek için sırada beklemekte olan insanlar incelendiğinde en kuul (cool) olanın ben olacağımdan hiç şüphe yoktur. Ancak içimdeki fırtınayı anlatacak kelime ve terim bulamam. Öyle ki televizyonda bilhassa Discovery Channel’da yayınlanan yeni kurulan ve insanı daha da dehşete düşürecek yenilikleri seyrederken bile içim bir tuhaf olur.

Türkiye’de bindiğim aletlerdeki korkum biraz da işleticilerin kalitesi-veya doğruyu söylemek gerekirse kalitesizliği- ve cihazların ne kadar güvenilir olduğundan emin olamamadır. İlk olarak İzmir fuarında binmiş olduğum Kamikaze isimli uzaktan bakınca bir çekici andıran alete binerken hava atıp yukarıda nasıl davranacağımı, diğer binenleri korkutmak üzere çığlıklar atacağımı, fotoğraf makinası ile nasıl resimler çekeceğimi söyledikten sonra değil kamerayı uzağa doğru tutup bizim resmimizi çekmek, ağzımı açıp tek ses çıkarmak bile mümkün olmadı. Bu ana tanıklık eden kuzenim ise o andan başlayarak benimle dalga geçmeyi hala sürdürmekte. Ama talihin garip cilvesi hemen bir saat içerisinde aynı aktiviteye ilk seferinde katılmamış olan eniştemize eşlik etmek üzere gönüllü aranınca nedendir bilinmez tek gönüllü ben olmuştum. Üstelik talihin bir başka garip cilvesi bu ikinci binişte olay daha başlar başlamaz fenalaşan birinin indirilmesi esnasında seansın kesilmesine içerlediği için kızgınlık ile “başka korkan varsa insin” diye bizi tehdit eden haylaz operatörün insafına kalmış olup normalde bir iki tur ters tutulmak varken bunun sayısını hatırlayamayacak kadar çok sayıya ulaşıp bizi neredeyse kusma raddesine getirmesi de unutulmaz.

Her sene eylül ayı başında yaptığımız tekne yarışlarında da rüzgar ve dalgaların yarattığı etki karşısında korkuya kapılmamak da elimde değil. Doğa ile dalga geçilmeyeceğini bana çok iyi anlatan bu yarışlarda “önce emniyet” düsturu ile hareket etsem de en anlamsız ve kritik durumlarda kalmak da gene “ileri derecede gelişmiş sorumluluk duygusu” yüzünden bana çatar. Rüzgarsız kalındığında yelkene yardımcı olmak için dışarı doğru germe işlemi esnasında burun dönülüp de ani rüzgar alındığında incecik iplere tutunarak düşmemeye çalışırken kader arkadaşım diğer mürettebat arkadaşların alaycı ve müstehzi bakışlarına hedef olmuşluğum vardır. Tabi burada alaycı olmasının sebebi beraber yelken açmakta olan ben ve gene sorumluluk duygusu iyice gelişmiş olan Sefa’nın düşmemek için beraber kucaklaşarak kendimizi garantiye alma çabası içinde olduğumuzu da söylemeliyim.
Aynı yarışlarda yarış öncesi teknenin altının temizliğini yaparken hem klostrofobi benzeri tekne altında kalma duygusu, hem de teknenin alabora olmasına engel olmak üzere kullanılan alttaki SALMA’nın karaltısını her defasında bir deniz yaratığına benzetip heyecanlanmak da korkunun bir başka türlüsü olarak karşıma çıkar.

Boğulma ve yanmanın en kötü ölüm çeşidi olduğunu duyup en güzelinin donarak olduğunu işitmişliğim dolayısıyla hep donmaya biraz daha sıcak baksam da (burada zıtlık kullanarak olaya ne kadar derin baktığıma da dikkat çekmek isterim) geçenlerde seyrettiğim ve herkese seyretmesi için tavsiye edeceğim yazımın önceki bölümlerinde de anmış olduğum Discovery Channel yapımı EVEREST belgeseli esnasında zirve yapmaya çalışan insanları sıcak evimin yumuşak koltuğunda otururken bile dehşet ve korku ile seyrettiğimi itiraf etmeliyim.

Hepinize korkudan arınmış ama korkunun birazının da ara sıra konuğunuz olması dileklerimi sunuyorum.

Sonraki yazı 050 ALIŞKANLIKLAR

48

50

Yorum bırakın