443 – Bir Cuma maçı


Geçen cuma gittiğim maç öncesi ve esnası hakkında bir yazı

17 Nisan 2023

FİFA (Uluslararası Futbol Federasyonları Birliği) dört senede bir düzenlemekte olduğu Dünya Kupası Organizasyonunu muhtemelen iyi bir komisyon karşılığında, bırakın bir futbol ülkesi olmayı, olimpiyatlarda çıkarmış olduğu Yüksek Atlamacı Mutaz Barshim dışında bir spor başarısı olmayan Katar’a vermişti. Tabi ev sahibi ülke Arabistan yarımadasında olunca normalde yazın düzenlenmesi gereken şampiyona, nispeten daha serin bir zaman olan 20 Kasım – 18 Aralık tarihleri arasında oynandı. Hal böyle olunca, Fifa’ya bağlı Kıta Organizasyonları da o tarihlerden 2 hafta öncesinden kepenk indirip yaklaşık 1,5 ay liglerine ara vermek zorunda kaldılar. Verilen bu aralar da, aynı “Bıldır yediğin hurmalar, gelir bir yerlerini tırmalar” hesabı daha sonraları daha sıkıştırılmış bir fikstür olarak karşımıza çıktı.

Ayrıca yayıncı kuruluşların oynanan maçları daha fazla Praym Taym içerisinde yayınlamalarına olanak sağlamak amacıyla maçlar Cuma’dan Pazartesi’ye oynatılacak şekilde ayarlanmaya başladıkları için arada tuttuğumuz takımın maçları Cuma gününe denk gelebiliyor. İşte böyle bir Cuma gecesi maçı için geçen hafta, kombinemi kullanmak üzere planlarımı yapmaya başladım. Malum, Ramazan ayı içerisinde olduğumuz ve iftar saati de normalde maçların oynanacağı dakikalara denk geldiği için, akşam maçlarını 20:30 olarak düzenlediler. Saat 18’de paydos ettiğime göre yaklaşık 2,5 saatlik bir sürede, arabayı evin otoparkına bırakıp, toplu taşıma kullanarak rahat rahat yetişirim diye düşünüyordum ancak evdeki hesap çarşıya pek uymadı. İşyerimin fabrikalar mıntıkasında olması ve paydos saatlerinin de genellikle aynı zamana denk gelmesi sebebiyle bölgeden ayrılmak için servis araçları müthiş bir yoğunluk yaratıyor. Bunu öngördüğüm için bir 15 dakika önce fabrikadan ayrılırım diye küçük bir hesaplama yapmıştım. Ancak kullanmayı çok sevdiğim “Kul kurar, kader gülermiş” lafını haklı çıkarırcasına son anda yetiştirmem gereken bir rapor olunca, işten ayrılışım 18:15’i buldu. Bu da kullanacağım trafiğin tepe yapmasına yetti de arttı bile. Normal şartlarda, 18 çıkışımla saat 18:50 – 19:00 gibi eve vasıl oluyordum ancak bu kez trafik canıma okudu ve ancak 19:25 gibi arabayı bizim otoparka park edip acele ile Kozyatağı Metro durağına yol aldım. Maçın başlamasına 1 saat kadar vardı ve benim önümde gidilecek daha çoook yol vardı. Telefondaki Google-Maps uygulamasını kontrol ettiğimde, stadyuma araba ile 35 dakikalık bir yol öngörüyordu ancak stadın oradaki otopark sorunsalı sebebiyle araçla gitmeyi düşünmedim bile. Şansıma bir önceki maça gidişim esnasında hıncahınç dolu olan 500T durağı nedense pek bir boştu ve fazla beklemeden saat 19.37 itibarıyla araca binmiş ve çevreyoluna çıkmıştım bile.

Üzerinde güneş batmayan hat olan ve benim stadyuma geliş gidişlerimde kullandığım 500T araçları kural tanımaz özellikleri ile her ne kadar duraklarda zaman kaybetse de, benim araba ile gideceğim sürede beni yetiştirir diye düşünürken kendilerini biraz hafifsediğimi anladım ki, saat 20.02’de Yeni Levent’te; ve onca sıkışık stadyum önü trafiğine rağmen 20:12’de stadyumun önüne vardı. Cebimde orucumu açtığım yarım litrelik suyun kalan yarısını, girişte içeri almadıkları için orada fondipleyince 1974 yapımı “Köyden indim şehire” filminde, yanlarında bir çuval altın olmasına karşın bozduramadıkları için aç kalıp suyla karınlarını doyurmaya çalışan Himmet, Hayret, Gayret ve Saffet kardeşlerin durumundaydım. 15 saatlik açlığın ardından mideme sadece yarım litre su girmişti ve stadın dışında yemek için tükürük köftesi satan bir seyyar bile bulamadım. Maçın başlamasına 10 dakikadan az bir süre olması ve insanların iftarlarını yapıp maça girmeleri yüzünden turnikeler önü insan kalabalığı feci idi. Ancak artık koklayarak mı buldum, ya da daha önce de böyle durumlarda kısa kuyruğu bulmanın tecrübesi mi, yoksa Allah’ın bana bir lütfu mu olarak tabir edebileceğim şekilde yaklaşık 20 kişilik bir kuyruk bulup içeri girdim. İçerideki büfelerden artık açlık canıma tak ettiği için fiyatını bile sormadan sandviç arası köfte ve çayımı alıp yerime ulaştığımda futbolcular, hakemin arkasında seremoni için sahaya giriyorlardı. Kombinemin koltuğunda ise arkadaşı ile birlikte oturmakta olan adama yaklaşıp bana yerimi nasıl boşaltacağını sorarken hem gecikmenin getirdiği yüksek tansiyonun rahatlamaya dönüşmesi hem de açlığın getirdiği sersemliğin galebe çalması sebebiyle, bir elimde köfteler içinden taşan sandviç ekmeğini düşürmeden tutabilmek çabası ile diğerinde elimi yakmasın diye eğreti tuttuğum çayın sıcaklığı bir araya gelince, düz tutmayı beceremediğim çay ne yazık ki yerime oturan adamın dizine, canını da fena yakacak şekilde bir miktar döküldü. O esnada bir ısırık almış olduğum sandviç ekmeğinin kuru kısmını kemirmeye çalışırken doğru dürüst özür bile dileyemeden adam canı acıyarak arkadaşını alıp bir öndeki sıradaki boş yerlere kaçarcasına geçiş yaptı. Ben de adeta adamı yerimden kaldırmak için kalesini savunan askerlerin surlardan kaynar yağlar dökmesi gibi bir hareketle yerimi geri kazanmış oldum. Tam o esnada İstiklal Marşı okunacağı anonsu yapılınca yerime oturmanın rehaveti de, sandviçi yapan ahmağın bıçağı çok derine sokmayıp köfteleri ucundan tutturmuş olmasına eklenince, zaten 3 tane olan köftelerden biri firar edip yere düşüverdi. Maça yetişmiş, yerime oturmuş ve elimde hala daha açlığımı giderecek yeteri kadar gıda olduğundan bunu çok da dert etmedim. Zaten etsem de ne yapacaktım ki. Marş bitip yerime oturduktan sonra hem doymuş olmak hem de takım sahada fena oynamıyorken artık keyfime diyecek yoktu. Ancak şeytanın devreye girip bu keyfi bozacak vesveseleri kafama sokması çok da uzun sürmedi. Bundan 40 sene önce, bu kez eski Ali Sami yen stadında gitmiş olduğum Fenerbahçe ile oynamış olduğumuz 4-4 biten ve (https://cumayazilari.wordpress.com/hakkinda/70-ben-oradaydim/) yazımda da belirtmiş olduğum durum aklıma geldi. Bu arada maçın başlamasından sonra arka sırama ellerinde yaklaşık 6 aylık bebekleriyle 3-4 Kazakistan vatandaşı oturdular. Çekik gözlerinden Orta Asya Steplerinden geldikleri belli olsa da, nasıl Kazakistanlı olduklarını biliyorum derseniz, maçın durduğu anlardan birinde, onların milliyetini öğrenmiş bir grup seyircinin Kazakistan lehinde tezahürat yapmalarından anladım. Hatta o grup bir ara oğlanı uyutmaya çalışan annesine destek olmak amacı ile “Dandini Dandini Dastana” ninnisini de bir ağızdan söyleyerek bir dayanışma ruhu da sergilemediler değil.

Maça gelince yetişmek için çektiğim onca strese, yerime oturanı kaynar çayla yakarak uzaklaştırmama ve aklıma 40 sene öncesinin uğursuzluğu gelse sahada takım müthiş oynuyordu. Süper star Icardi’nin Hat-Trick yaptığı ilk yarı 4-0 kapanınca artık, en azından bu maçta bir aksilik çıkmayacağı belli olmuştu. İkinci yarıda fazla nazar almamak için oyunu da biraz rölantiye alınca, ilk yarının yarısı kadar, ama jeneriklik iki gol daha atıp maçı yarım düzine ile bitirdiler. Aferin Aslanlar.

Seyirci ise öyle keyifliydi ki, Fenerbahçe’ye küfretmeyi bile düşünmeden maçı bitirip, benim küfür dolayısıyla bir maç daha kaybetmeme yol açmadılar.

Sonraki yazı – 444 – Psikoloji

443

Önceki yazı – 442 – Bulmaca

442

blog, deneme, haftalık, yazı, 

Yorum bırakın