438 – Basketbol


Profesyonel bir futbol seyircisinin bir basketbol müsabakasında yaşadığı kültür şokundan bahsettiğim bir yazı ile buradayım. 

28 Ocak 2022

Takım oyunları içinde oynamayı da, seyretmeyi de en sevdiğim futboldan sonra ikinci sırayı basketbol alır. İlkokul zamanlarında sokağa indiğimizde akranlarımız oğlan çocuklarıyla en kolay oynadığımız oyunların başında, hemen taştan 2 kale yapıp minyatür kale dediğimiz ve bulabilirsek top, eğer bulamazsak, bir kesekağıdını bile buruşturup tekmeleyerek vakit geçirdiğimiz çok olmuştu. İzmir’de düzenlenen 6. Akdeniz Oyunlarında evimize yakın olması sebebiyle ve ailecek seyirci olarak katıldığımız Kapalı Spor Salonu aktivitelerinden basketbol, oyuncuların endamı sebebiyle kesinlikle gözden kaçırılacak bir spor dalı olmadığını göstermişti. O zamanlar henüz Josip Tito’nun birleştirici gücünün devam ettiği yıllar olduğundan, Yugoslavya Basketbol Takımının, şimdilerin Sırbistan, Slovenya, Hırvatistan gibi takımların bir toplamı olarak düşünüldüğünde o senenin şampiyonu olmaları hiç de öngörülemez değilmiş. O zaman 8-9 yaşlarında biri için devasa boyutlardaki sporcular önce beni ürkütmüş, sonra o kocaman topları ellerinde küçük oyuncaklar gibi oynayarak uzaklık gözetmeksizin çemberlerden geçirmeleri bana adeta sihir gibi görünmüştü. Hemen peşinden babamın eve getirdiği, MOLTEN marka topun turuncu rengi ve kolay kavranabilmesi için üzerinde bulunan ve o yaşta siğile benzettiğim çıkıntılarla daha da kıymetli gözüken topu sokağa çıkarmam bir hayli zaman almıştı. Tabi bunda, o zamanlar ne okul bahçesinde ne de parklarda, şimdiki gibi basketbol potası olmamasının da payı büyüktü.

Derken boyum biraz uzayıp basketbol oynama kıvamına geldiğinde, sınıf başkanımız ve dolayısıyla sporun her dalında sınıf takımı kaptanı olan Somer’in seçimiyle lisede sınıf basket takımında oynamıştım. Tabi burada bir noktayı da dile getirmeliyim, ilkokul ikinci sınıfın başında takmış olduğum ve adeta vücudumun bir parçası gibi olan gözlüğe rağmen bu oyunu oynarken rakiplerime göre kendimi ve özellikle gözlüğümü daha fazla kollamak durumundaydım. İşbu sebeple, en azından ribauntlarda ellerimi kaldırdığımda gözlüğü de koruyabilmek adına çift el sıçrama yeteneğimi geliştirdim ki bu da bana aynı top için tek yerine iki kolla mücadele etme şansı yaratıyordu. Derken günün birinde nereden aklıma estiyse, 2 ay süren gözlüğümü lens ile ikame ettiğim bir zaman dilimi yaşadım ki, gözlüğü kollamadan mücadele etmenin dayanılmaz hafifliğini doyumsamadım değil. Ardından, lensi gözüme takmada yaşadığım sorunsal sonrası, tekrar gözlüğe dönünce gözlüksüz top oynama keyfi, damağımda tatlı bir tat olarak geçmişte kaldı.

Yaş kemale erip artık yüzyılımın ikinci yarısına geçtiğim zamanlarda da aktif top oynamayı bırakıp, eskiden beri devam etmekte olan spor seyirciliğine geri döndüm. Hatta tuttuğum takımın kombinesini alıp, tüm iç saha maçlarına gidebilme durumunu yaşadığım profesyonel seyirci kategorisine terfi ettim. Bu seyirciliği de en ekonomik kategori olan kale arkası kısmında yaşadım. Tabi arada elime geçen bazı fırsatlarla daha yüksek kategorilerde de maç seyretmişliğim, hatta, VİP tribününde, maç öncesi açık büfe restoran keyfini yaşadıktan sonra seyir kısmına geçsem de, sonuçta maç esnasında bulunulan ortam hem tezahüratlar hem de çevre temizliği açısından çok da nezih sayılmıyor. Hatta, kendim etmesem bile, içinde bulunduğum tribündeki bazı taraftarların edebe aykırı (ahlaka mugayir) söylemlerinden dolayı, bugüne kadar 3 kez “çirkin ve kötü tezahürat” sebebiyle ertesi maç için yasaklı olduğum bir gerçektir. Ve bunlardan sonuncusunu da bu hafta sonu maça gidemeyerek çektim.

Cumartesi günü peş peşe sekizinci galibiyet için Fraport Tav Antalyaspor karşısına çıkan takımımı yalnız bırakmanın derin üzüntüsünü çektikten sonra, Pazar günü öğleden sonra kardeşimden gelen Türkiye Sigorta Basketbol Süper Ligi’nde 16. Hafta Basketbol BiletProgramı dahilinde oynanacak GALATASARAY NEF – ANADOLU EFES maçı için bilet olduğu ve gitmek isteyip istemediğim sorulduğunda cevabım tabidir ki olumlu oldu. Ataköy’de Sinan Erdem Spor Salonunda oynanacak maç saat 20.30’da idi ve bende tam 5 adet bilet vardı. Önce akrabalardan ve yakın arkadaşlardan başlayarak bana eşlik edecek kişilerden aldığım pek çok menfi cevaptan sonra en azından yeğenim Irmak ve Damat (Ferit) Emre’nin maça gelmeye razı olması ile beş koltuğun üçünü doldurabileceğimizi gösterdi. Evden en kolay ulaşım aracı olarak Metrobüsü gördüğümden saat 18 gibi evden çıkıp önce Uzunçayır’a ulaştım oradan da ver elini Şirinevler Metrobüs durağında 19.15 gibi oldum. Sinan Erdem Spor Salonuna yaklaşık bir buçuk kilometrelik yolu yürüyerek aştıktan sonra telefonumdaki pdf bileti açarak güvenlikten geçtim. Güvenlikte sorun yaşamamak için de, ceplerimde araba anahtarım dahil hiçbir ekstra olmadan sadece ev anahtarım, cüzdan ve telefonumla salona sorunsuz giriş yaptım. Bu arada yeğenim ve eşi Marmaray kullanarak Ataköy’e ulaşmışlardı ve birazdan tribündeki yerlerimizde bir araya gelecektik.

Salona girerken dikkatimi çeken, etrafın bir spor müsabakası için gelen seyircilerle dolu olmasına rağmen bir farklılık içerdiği idi. Öncelikle kapı girişindeki kuyruk, adeta pandemi zamanı olduğu gibi sosyal mesafeye uyulan, kimsenin bir diğerinin önüne geçmeye çalışmadığı, adeta bir Kuzey Avrupa ülkesinde gibiydim. Ardından içeri girip oturacağım bloğu ararken önünden geçtiğim büfelerin çokluğu, satılan ürünlerin çeşitliliği ve en önemlisi, bardak suları verirken, üzerindeki koruyucu kılıfın delinmeden müşteriye veriliyor olması dikkatimi hemen çekti (Yazarın notu: Bir futbol müsabakasını seyretmek için gittiğinizde büfeden su alacaksanız, sahaya atamayasınız diye koruyucu alüminyum kapak delinerek teslim ediliyor). Ayrıca koridorlar ve merdivenlerde tek bir çöp veya ambalaj malzemesi yerlere atılmamıştı. Tuvaletlerde bile kâğıt havlular, çöp tenekelerine atılmıştı ki, futbol stadyumunda çöp tenekesini tutturamayan pek çok kişi hemen yanına atmakta hiçbir sakınca görmemekteler, tabi tuvalette el kurulamak için kağıt peçete bulunuyorsa.

Basketbol_SinanErdemPremiyum tribündeki bloğumu bulup yerime oturunca yukarıdaki skorboard’da maçın başlamasına kalan süre dakika ve saniyesi belirtiliyordu ki, aynı şey aralarda ve molalarda da geçerli idi. Yani her şey olması gerektiği gibi ve ilan edilen saatlerde başlatılmak üzere çalışıyordu. Derken Irmak’tan gelen telefonla, yanlarında bulunan Powerbank, Şarj aleti, şemsiye gibi seyir alanlarına alınmayan şahsi eşyaları sebebiyle içeriye alınmadıklarını ve maçı seyrederken beni yalnız bırakacaklarını üzülerek öğrendim. Tam o esnada, adeta o telefonu duymuş gibi her iki yanımda, biletleri cep telefonumda olan 4 adet koltuk da birileri tarafından işgal edildi.

Ardından takımlar sahaya hemen hemen aynı ritüelleri kullanarak ve “çak bir beşlik”lerin havada uçuştuğu şekilde gelmeleri ve benim futbol tribünündeki sahaya yakınlığıma göre bir hayli yakın olan koltuğum ve basketbol oyuncularının futbolculara göre cüsseli yapıları nedeniyle 28 metre boy ve 15 metre genişlikteki basket sahası bana ufacık gözüküverdi. Saha bu kadar küçük görünmesine karşın maç esnasındaki hareketli oyun ve her iki taraftaki oyuncuların devasa yapıları sebebiyle gittikçe küçülen çemberden topu geçirmek hiç de kolay gibi görünmüyordu.

Her çeyreğin ortasında verilen televizyon molaları esnasında Misli.com kızlarının kalça sallayarak yaptığı gösteriler ve seyirciyi oyalamak ve tekrar maça çekmek üzere dağıtılan promosyonların şekli bir NBA müsabakası taklitçiliği olsa da, benim gibi futboldan gelen seyircileri etkileyecek güzellikteydi, en azından bazı yerlerin sallanarak yapıldığı hareketler.

Maçın sonucunda ise, tribündeki CimBom taraftarları için çok hoş olmasa da, son 2 senenin Euroleague şampiyonu Anadolu Efes, kendisini hiç sıkmadan ve benim tabirimle çaktırmadan, ilk üç periyotta başa baş gidiyor gibi görünen oyunun son dakikalarında vitesi biraz büyütüp 10 sayı farkla galip gelmeyi bildi. Türk Milli Basketbol takımında da oynamaya başlayan 0 numaralı formanın sahibi DESHANE DAVİS LARKİN ve ona ayak uyduran RODRIGUE BEAUBOIS (Bobua) maçı alıp götürdüler. Kendisi bir Galatasaray taraftarı olan Ergin Ataman’a küfredilmediyse de, ben bunu tuttuğu takım sebebiyle değil de ortamın nezihliğine bağlıyorum.

Maç bittikten sonraki tribünlerin boşalması da aynı şekilde sosyal mesafeler uyularak, çıkanlar arasındaki temasın minimum düzeyde olduğu haliyle oldu. Dönüşte daha kısa süreceğini bildiğim Marmaray üzerinden eve dönerken maça gitme yorgunluğu yerine bir şaşkınlık ya da kültür şoku sersemliğini yaşamaktaydım: Acaba ben yurtdışında bir maça mı gitmiştim?

Sonraki yazı – 439 – Deprem

439

Önceki yazı – 437 – Son pişmanlık

437

blog, deneme, haftalık, yazı, 

Yorum bırakın