428 – İsim


Geçen Cuma yetiştiremediğim, yazım bu haftaya sarkmış oldu. Konu da, iki evvelki yazımla aynı konuda: İSİM 

8 Nisan 2022

 

Türkiye Futbol Federasyonunun ya da daha doğru bir deyişle, Merkez Hakem Komitesinin, hakem olma şartları arasında gizli bir madde var, zannediyorum. Aynı Lozan Barış Antlaşmasının 100. yılında açıklanacak olan gizli maddeler gibi bir madde. Yani onun da açıklanması Lozan’ın peşi sıra olacak gibi. O da, hakem olmak için ya eski bir hakemin oğlu, kardeşi ya da en çok ikinci dereceden yakın akrabası olması veya isminin veya soyadının, hatta mümkünse her ikisinin de duyulmamış, anlamı bilinmemiş olması gerektiği. Buna sebep nedir diye sorarsanız işte aşağıda birkaç soyadı örneği:

Toroğlu, Meler, Bitnel, Malok, Gölen, Güdü, Daban, Ahen, Zengi, İla, Kargıage, Ekmekyermez, Eygü, Ahen, Tontu, Akırşan, Yükünç, Avdaş, Gülçer, Dedeş, Sezertam, Takpak, Bitigen, Demirlek, Papilla, Aydınus, Türe, Cebe, Boşat, Deda, Oal, Lakot…. Yaz yaz bitmiyor. (Bu arada MS-Word, bu isimlerden sadece birkaç tanesi için hatalı yazım uyarısı vermedi.)

Bu konu ile ilgili daha önce bir yazımda uzun uzuuun bahsetmiştim: https://cumayazilari.wordpress.com/ahkam/336-futbol-hakemi-isimleri/

Okumayı söktüğümden bu yana, elime geçen her türlü basılı şeyi ve özellikle de günlük gazeteleri en ince detayına kadar okumayı pek bir sevdiğim için, böyle antin kuntin şeylere pek bir ehemmiyet veririm. Hele ki konu insanın ismi olunca bu konu iyice önemli bir yer tutar. Çünkü bir insanın sadece kendisine ait olan ve dolayısıyla en önemli şeyi kendi ismidir. Bu isimlerdeki ilginçlikler, bazen okuma yazması kıt muhtar ve/veya Nüfus müdürlüğü çalışanı memurlar yüzünden olsalar da bir kısmı ailenin atalarından gelen ve yanlış anlaşılmaya pek bir müsait isimlerden kaynaklanıyor. Mesela, anne dedemin ailesi, Gürcistan dolaylarının Çölok Ovasından geldiği için soyadlarını oradan almışlar. Ancak Ninem, Dedem, Teyzem ve Annemin çeşitli yerlerdeki kayıtlarında bu çolak, çölek, çulluk, çalık ve bunun benzeri şekilde yazılageldiği için az sıkıntı çekmemişler.

Araya bir virgül koyarak bir örnek vermek istiyorum. Eğer yolumun üzerinde bir kabristan varsa, kenarından yürümektense, içinden yürümeyi, yürürken orada huzur içinde yatanların isimlerini okumayı, hesaplayabildiklerimin kaç yaşında göçmüş olduğunu bulmayı ve sevabına birkaç Fatiha okuyup ruhlarına yollamayı severim. Bu arada ilginç isimlere de denk geldiğim olur. Hatta bu yazıyı yazdıktan sonraki bir yürüyüşümde rastladığım bir soyadı beni bu eklentiyi yapmaya zorladı. Adamcağızın soyadı: GAYĞUSUZ. Bunu mermerci ustasının yanlış yazmış olduğunu zannetmiyorum, eğer yanlış olsaydı varisler muhakkak değiştirirlerdi de bu muhtemeldir ki bir nüfus memurunun, affedersiniz, halt yemesidir. Eğer bu soyadı ile yaşadıysa, büyük bir ihtimalle adı-soyadı sorulduğunda anlatmaya çalışırken ömründen ömür gitmiş, erken göçmüştür rahmetli.

Yazarın notu: Bu yazıyı yazdıktan sonra, aynı mezarlığın içinden birkaç kere daha geçip en sonunda fotoğrafladım o mezar taşını:WhatsApp Image 2022-05-11 at 15.09.01

Bunlar tabi yanlış yazılmaya örnek. Bir de doğru yazıldığı halde yanlış zannedilen isimler de var. Geçen senelerde çıkan ve bir süre, mahkeme başvurusuna gerek kalmadan, ilk kayıt esnasında yanlış yazılmış olan isimlerin düzeltilmesi kararı çıktı. Babası rahmetli Orhan Okay Amcamın, sanırsam ilk araştırması veya beğendiği, çevirmen, gazeteci ve fikir adamı Beşir Fuad’dan kaynaklı, ilk oğluna ismini verdiği can dostum Fuad’ın, istem dışı, “Bu olsa – olsa yanlış yazılmıştır, doğrusu Fuat’tır” diye işgüzar bir memurun hesapta düzelttiği ve artık nüfusta Fuat olarak geçen isminin de hesabını kim verir bilemiyorum.

Orhan amcam da acaba sonu D ile biten Fuad isminden arkadaşımın hem çok hoşlanacağını hem de başına komik şeylerin de geleceğini planlamış mıdır acaba? Bir banka işlemi esnasında ismin söylerken: “Fuad ama D ile yazılıyor” dediğinde banko görevlisi kızın “Duat mı?” şeklindeki anlayışı da evlere şenliktir.

Hakem isimlerine geri dönersek benim ilgimi çeken bir tanesi daha vardır ve o çok da alışılmadık bir isim değildir: Ünal.

İsmi Ünal ama durumu ilginç kılan bir durum var. O da soyadının da Ünal olması. Yani Ünal Ünal. Herhalde ailesi bir ilginçlik olması için kendi soyadlarını çocuğun ismi olarak vermişler. Ve yaptığı işte biraz sivrilse, isminin ve soyadının ilginçliği sebebiyle akılda kalacağını düşünmüş olabilirler. Ama ne yazık ki benim gibi hakem camiasını yakından takip edenlerin bile aklında pek kalmamıştır Ünal Ünal.

Aynı şekilde ismi ve soyadı benzer olan şarkıcı Umay Umay da böyle düşünmüş olmalı ama ne yazık ki Vikipedi’ye girmiş bile olsa, tahminimce söylediği şarkılardan bir tanesini bile pek hatırlayan çıkmayacaktır. Ardından birkaç kitap da yazmış Umay Umay Hanım. Kitaplarının isimleri de kendisi gibi orijinal: Orospu Kırmızı, Rüya Duvarları, Sokaklar Uyudu Artık Öpüşebiliriz, Bütün Güzel Çocuklar Şüpheli, Cevapsız Ağrı.

Bu isimlere nereden taktın böyle diyecek olursanız, geçen ağustos ayında başladığım işyerinde çevre bakımı ile ilgilenen bir çalışanımız var. İşyerine bir aralar araba ile değil de toplu taşıma ile geldiğim zamanlarda, dönüşte evime en yakın güzergahtan geçen servise biniyordum ve kalan yaklaşık 3 kilometrelik yolu yürüyerek tamamlıyordum. Günlük hedefim olan on bin adımın yaklaşık üç bin beş yüz – dört binini de böylece hallediyordum. İşte o servisi kullanan bir çalışanımız, yukarıda bahsettiğim hakem ile adaş. Bu yazıyı yazarken de düşündüm acaba aynı kişi olabilirler mi diye. Malum hem ismin ve soyadın aynı olacak, hem de aynı şekilde ismi ve soyadı aynı olan bir başka kişiyle tesadüfen aynı ikili ismi almış olacaksın. Her neyse o çalışanımızın adı da, Ünal Ünal.

İşyerim Sancaktepe civarında olduğundan ve TEM Otoyolu’nun diğer tarafına geçmek için sadece 2 şeritlik bir yol ile TEM altından geçilebildiğinden, saat 18’de paydos eden firmaların servis araçları neredeyse aynı zamanlarda akın ediyorlar bu geçide. Bu da orada müthiş bir sıkışıklığa yol açıyor ve sıkışıklık gittikçe de artıyor. Bu sebeple bindiğim o servis elinde olsa neredeyse mesai bitimini beklemeden kalkmak istiyordu. Bu sebeple ben adeta koşar adımlarla servise gelip son bir veya iki kişinin sabırsızlıkla beklendiği o anlarda, minibüsün kapısının önünde, aynı servisi kullandığımız mesai arkadaşlarımın hemen hepsiyle havadan sudan konuşmayı pek bir seviyordum. Benim işe yeni girmiş olmam onlarda cevaplamayı bekleyen sorular taşıdığından araba kalkana kadar sohbete devam ediyorduk, tabi havadan – sudan, incir çekirdeğini doldurmayacak konulardan. Zaten orada konuşarak geçirebileceğimiz zaman bir, bilemediniz iki dakika çünkü daha geç kalınırsa, gelemeyenler beklenmeyip yola çıkılıyor.

Bana tahsis edilen aracı teslim aldıktan sonra, haliyle servisi kullanmaz oldum. Sadece geçen çok kar yağdığında, o karda arabayı çıkarmayı gözüm yemediğinden servisi tekrar kullanmak durumu oluştu. İşte o servis kullanımım esnasında Ünal Ünal Bey bana “Sizinle pek görüşemiyoruz” şeklinde bir saptamada bulundu. Ar-Ge’nin kilitli ve şifre ile açılan kapılarının ardında çalışıp arada yürüyüş olması açısından mutfağa gidip çay almalarım ve herkesler yemeğinin yiyip yemekhaneyi boşalttığı zamanlarda en sonlarda yemek yediğimden ve yaklaşık 100 kişinin çalıştığı firmada kendisiyle pek karşılaşamadığım için doğru bir tespitti bu. Ama doğru olan bir başka şey de, servisi kullandığım zamanlarda sadece servisin kalkışından bir iki dakika önce karşılaşıyor olmamız ve konuşmalarımızın da “merhaba, nasılsın” dan pek de öteye gitmeyişi idi.

Bu “karşılaşamıyoruz” genellemesi beni yıllar öncesine götürdü. Hatırlar mısınız bir TV programı vardı: “Dokun Bana” diye. Ortada bir araba duruyor ve etrafında pek çok insan ellerini veya vücutlarının herhangi bir noktasını kesinlikle bir an ayırdıklarında eleniyorlar ve son kalan da arabanın sahibi oluyordu. O programın aynı isimli bir şarkısı vardı ve şarkıyı söyleyen Gülhan isimli kızcağız o şarkısıyla meşhur olmuş ve sadece o şarkıda kalınca da unutulup gitmişti. (https://www.youtube.com/watch?v=Kal0FCBDy3c) O şarkının meşhur olduğu sıralarda gene dümbelek televizyon spikerlerinden biri, kendisini tutamayıp Gülhan’ı methetmek isterken “Ben onun tarzını çok seviyorum. Yeni kasetinde de çok güzel şarkılar var” dedi ama bir türlü “Dokun bana” dan başka ikinci bir şarkının adını söyleyemedi, çünkü muhtemelen ne albümün tamamını dinlemişti ne de dinleyecekti.

Tabi bu yarışmayı hatırlayınca, Doğa Bey’i de hatırlamamak olmaz. İşine son derece bağlı oluşu (programın DoğaBey.jpg çekimlerini tekrar – tekrar izleyerek, gözden kaçmış olan elleri arabadan ayırma detaylarını yakalayışı ve kaç gün sürerse sürsün, papyonlu takımı ile arzı endam eylemesi) göz ardı edilemez.

Soyadından girip, papyonundan çıktığım bir yazımın daha sonuna geldim. Yeni yazılarda görüşmek üzere

 

Önceki yazı – 427 – Fevzi Zemzem

427

blog, deneme, haftalık, yazı, 

Yorum bırakın