414 – Ramazan


Yeni başlayan Ramazan ayı için birkaç satır çiziktirmek lazımdı. Sayılı günün çabuk geçeceğini bildiğimden, şimdiden Bayramda ne yazayım diye düşünmeye başladım bile.

14 Nisan 2021

“Ramazan gelmiş hoş gelmiş, baklava tepsisi boş gelmiş” diye bir tekerleme ile başlamak istedim bu Ramazan konulu yazıma. Her ne kadar Covid19 salgını ile boğazımıza kadar BULAŞ’a battıysak da, bozuk ekonomik düzende bulaşmanın artmasına yol açacak kafe ve restoranların açık tutulması, sadece Ramazan’da dışarıda yemek yenmesin diye, kapatılmasına yol açtı. Yani maksat üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek.

Üçüncü dalganın tepe yaptığı ve artık çevremizdeki insanların da pozitif çıktığı bir paranoyak dönemde, Ramazan bana her zamanki gibi farklı bir motivasyon sağladı. Düşünürseniz, kısır döngüye girilmiş bir korku deryası içinde, en azından akşamları bir pide kuyruğuna girmek ya da öğlen yemeğinde ne yesem düşüncelerine girmişken birden niyetli olduğunu hatırlayıp düşünceleri akşam iftara saklayıp, daha bir iştahlanmak rutinleri kırdığımızın bir kaç örneği.

Ramazan deyince aklıma hep rahmetli dayım Ayberk Çölok gelir. Yatılı okurken, okul hademesi Ramazan’ın burnundan getirirlermiş Ramazan ayı başladığında. Adam ne zaman koridorda görünse, neredeyse her kafadan “Ramazan ayının biri” sesi yankılanırmış. Tabi o günün oruç tutulan ayın ilk günü olması doğru ama yapılan tonlamadan herkesin hedefindeki adam haline gelirmiş Ramazan ‘cık. Herhalde o anlarda en çok kendine isimi koyan için çok iyi şeyler düşünmediği de düşünülebilir.

Tekrar Ramazan’a ve oruç olayına dönersek, artık yaş kemale erdi de mi böyle oldu yoksa bir alışkanlık mıdır bilmiyorum ama niyetliyken iftar vaktine kadar yanlışlıkla hiç bir şeyler yemek veya içmeyi aklıma getirmiyorum. Ama küçükken öyle miydi? Mutlaka her oruç tutuşumuzda mutlaka ya bir yudum su ya da eve gelirken alınan ekmeğin veya pidenin ucundan koparıp ısırmak ve daha sonra tam da yutarken hatırlamak nedense artık benim hiç başıma gelmeyen durumlar.

Orucu sakatlamak derken aklıma gelen, bu sene beraber içtiğimiz ilk kahvenin hatırının kalmadığı can dostum Fuad’ın yurt arkadaşı Baha’nın bir Ramazan günü yurt odasındaki dolabını temizleme hikâyesidir. Gayet şen şakrak bir şekilde dolabı temizlerken dolabın köşesine sıkışıp kalmış tek bir kremalı bisküviyi ağzına attıktan sonra aklı başına gelince şarkı söylemeyi bırakıp boğulma riskini de göze alarak çıkarmaya çalıştığında, ağzından daha doğrusu vücudundan çıkan haykırma, aksırma, homurdanma sesleri ile Fuad Bey pek bir eğlenmiş.

Hatırladığım ilk Ramazanlar İzmir’de oturduğumuz yıllara denk düşüyor. Henüz Alsancak’a taşınmadan önce oturmakta olduğumuz Karşıyaka’da her sene birkaç gün tuttuğumu hatırlamaktayım. Sonbahar aylarına gelen o Ramazanların tuttuğuma göre ilkokulun üçüncü veya daha küçük yıllarıma denk geliyor. Demek ki henüz onuma bile gelmeden, hava sıcaklığı ve oruç süresi de yeterli geliyormuş ki annem tutmama izin veriyordu. Yemek yemediğimize göre sabah ve öğle yemekleri de çıkarıldığında bizlere oyun oynamak için ne kadar çok zaman kalıyormuş da acaba enerjimizi bitirmeden nasıl dayanabiliyorduk hatırlayamıyorum.

Ramazan bizim evde babam ve annem tarafından ful olarak tutulduğu zamanlarda ben kendim şahsen bizzat ilk, son ve Kadir Gününü tutup, tuttuğum bu sayının yanına bir sıfır koyarak otuza tamamlama hakkımı kullanıyordum. Daha sonra bu sayıyı giderek arttırdıysam da ilk olarak üniversiteyi bitirdiğim sene tulum çıkarabilme fırsatını yakalayabildim. Bundaki en önemli unsurlardan biri muhtemelen yemek vakitleri ile yemeğe gitme vakitleri esnasını çalışarak geçirip tezime daha fazla zaman ayırabilmek olmuştur herhalde. Yalnız tezimin sunumunu yapacağım akşam daktilo başına geçip (burada belirtmeliyim ki o zamanlar tezler daktilo ile yazılıyordu, bilgisayar denen alet henüz kullanıma girmemişti) çalışırken annemin beni sahur yemek üzere çağırması beni şaşkınlığa itmiş, sahurdan sonra kaldığım yerden devam ederken günün ağarıp okula gitme vakti geldiğinde ise zamanın insanın geçmesini istemediği zamanlarda ne kadar çabuk geçebildiğini göstermesi açısından zoruma gitmişti.

Hayatımın ilk sabahlamasını o gece yapmıştım. Ben ki üniversiteye hazırlandığım lisenin son senesinde bile gece dokuz buçuk, bilemediniz on dendi mi yatağa yatan adam, ilk kez başımı yastığa koymadan sabahı etmiştim. Ertesi gün okulda sunumumu yaptıktan sonra biraz daha oyalanıp akşam altı gibi eve gitmek üzere okuldan ayrıldığımda artık uykusuzluğa dayanacak gücüm kalmamıştı. Zincirlikuyu’dan otobüse binmek üzere yürümekte olduğum Köprülü Kavşak durağına doğru giderken sarhoşlar gibi sallanarak yürüdüğümü ve gözlerimi açık tutmak için bir hayli çaba sarf ettiğimi hatırlıyorum. Eve vardığımda iftara çok kalmasa da uzanıp bekleyeceğimi söylediğim annemin neredeyse bana hemenmiş gibi gelen bir sürede “iftar oldu gel artık” şeklinde uyandırdığında muhtemelen en derin uykulara dalmam hiç de zor olmamıştı.

Üniversiteden sonra askerliğimi yapmak üzere bulunduğum Çubuklu’daki birliğimizde nöbetçi subayı iken tuttuğum oruçların sahurları da tadından yenmez güzellikteki İstanbul Boğaz manzarasına karşı olduğundan aklımda nakşedilmiş güzellikler olarak yerini almaktadır.

Bu kadar anıdan sonra iftar sofrası ile ilgili kendi çapımda bazı uygulamalarımdan bahsetmek isterim. Pide her ne kadar tüm yıl fırınlarda yerini alıyorsa da Ramazanda yenileni kadar iştah açıcı ve oruçluyken olduğu kadar insanı kışkırtıcı olmuyor. Ramazan pidesi hele bir de pofuduk olursa işte o zaman keyfime diyecek olmuyor. Ola ki ilk olarak çorba varsa orucumu bozduktan sonra ilk yaptığım o canım pofuduktan, biraz kabaca bir miktarını (çeyrek veya yakını) alıp ortasını araladıktan sonra içerisine önce ince bir peynir tabakası yaydıktan sonra bol salatayı sosunu da sakınmadan üzerine koyup çorbaya katık yapmak. Yalnız burada dikkat edilmesi gereken çorbanın çok sıcak olmaması. Çünkü yanlardan pörtletmeden, sular parmaklardan akmaya başlamadan pide dilimini bitirebilmek için biraz büyük miktarda lokma koparıldığından onu kolay çiğneyebilmek için çorbadan da yudumlar alınması gerektiğinden çok sıcak çorba ağzı yakacağından zevki biraz ertelemek gerekebiliyor.

RamazanSofrası

İftar sofrasının en hatırlanası şeylerinden biri de eskiden iftar zamanını radyodan ve o esnalar yayın yapan tek radyo TRT olduğundan, orada söylenen iftar duasıdır. “Ey bağışlaması bol rabbim.” diye başlayan dua için birkaç sene evvel onu yazdığını iddia edip telif hakkı isteyen biri çıkmıştı da bir hayli kızmıştım. Benim çocukluğumdan beri olan duayı sırf telif ödememek için TRT’nin değiştirmesine de ayrı olarak kızmışlığım vardır. Bu dua buradan dinlenebilir: https://youtu.be/tYAadWTBxa4

İftar sofrasının içeriğine geri dönersek zaten saatlerdir aç olan mide bir şekilde doyacaktır ama esas olan insanın gözünün de doymasıdır diye düşünüyorum. O sebepten sabah yenmemiş olan kahvaltıya ait kahvaltılıklar ile hem öğle hem akşam yemeğine ait iki öğünlük yemek çeşidinin bulunması, evin hanımının maharetini göstermesi açısından önemli bir noktadır.

Yemekten sonra yenilen tatlılardan birinin Güllaç olması da Ramazan geleneklerinin en önde gelenlerindendir. Tatlı olarak birden fazla olması da gene öğle ve akşam olarak düşünülürse hiç de oburca bir davranış sayılmamalıdır. Nasıl ki “Bol bol yiyen, Bel bel bakarsa” “Bel bel bakanın da bol bol yemesi” kadar doğal bir şey olamaz.

Bu arada yemeğe oturulurken çayın demlenmek üzere hazırlanması da yemek nihayete erer ermez, daha sofradayken çayın içilmesini sağlar ki sabahlardan beri vücutta eksikliği hissedilmekte olan tein bir an evvel kana karışabilsin.
Hepinize hayırlı Ramazanlar

Sonraki yazı – 415 Aşı

415

Önceki yazı – 413 Elizabeth II

413

Yorum bırakın