400 – Dördüncü dalya


2007 yılında yazmaya başladığım bu anı-gezi-görgü-bilgi-ahkam sarmalında bir mihenk taşı olabilecek sayıya, yani 400’e ulaştım. Darısı yeni yazılara inşallah.

2 Ekim 2020

Dalya Çiçeği Ne Zaman Açar (Dalya Bakımı ve Yetiştirilmesi)
Dalya çiçeği bu yazıya yakışır diye düşündüm

İşte geldi tam dört yüzüncü yazı. 100 ve katlarına gelince insanda farklı duygular yaşatıyor sayılar. Tabi binler ve milyonların yarattığı duygular da daha fazla. Ve ne güzel ki biz en azından 1000’li yılların ikincisini bitirip üçüncüsünü de görme fırsatını yaşadık.

Her neyse bu yüzüncü sayılara gelince aklıma hep 3 isim gelir: Mahmut Baler, Abdi İpekçi ve Celal Bayar. Birincisi bana yüz sayısının önemini anlatan Mahmut Baler, Nam-ı diğer Bal Mahmut; ikincisi onunla TRT’de keyifli bir program yapan ve Mehmet Ali Ağca’nın karanlık bir Şubat günü katlettiği Abdi İpekçi; üçüncüsü de üçüncü Cumhurbaşkanımız, hatta onun zamanının değimiyle reis-i cumhurumuz, Celal Bayar.

Şimdi ne alaka diyecekseniz hemen anlatayım. TRT televizyonu ile ilk tanıştığımız, siyah-beyaz ve tek kanallı yıllardaydık. Rahmetli İsmail Cem’in TRT’nin müdürü olduğu zamanlarda, hem yeni kurulan bir televizyon olması nedeniyle kaliteli şeyler üretmek hem de tek kanal olmanın getirdiği mecburiyetten her zevke, kültüre ve düzeye uygun programlar yapmak zorundaydılar. Köyünden hiç çıkmamış çiftçiden üst düzey şirket yöneticisine, okuma yazma bilmeyen teyzelerden, üç üniversite bitirmiş ordinaryüs profesöre, sporu hiç sevmeyenle hayatı spor olup sporla yatıp kalkana kadar herkese hitap edecek programları kısıtlı yayın süresi içerisinde bulabiliyorduk. Seçilen filmler ve diziler hem Türk örf ve adetlerine uygun oluyordu, hem de herkes sıkılmadan takip edebiliyordu. Tabi müzikler için getirilmiş bazı çok katı kurallar sebebiyle, arabesk müzikle sonraları, minibüs kültürü edindikçe tanışabildim.

Mahmut Baler, tanımayanlar için çok hoşsohbet bir adamdı. Vakti zamanında Atatürk ve Bayar’ın sohbet sofralarında yer almış biriymiş. Rahmetli Abdi İpekçi ile de radyoda yapmış oluğu programlar çok tutulunca aynı konsepti televizyona da taşımışlar. Ancak radyonun görünmeme rahatlığında Abdi İpekçi orada daha kolay yayın yapabiliyorken, televizyonda sohbet ilerledikçe ve zaten gönül adamı olan Mahmut Baler konuştukça, kendini sıkmaktan iyice zorlanmışken bir yerden sonra ipleri koyuveriyordu ve gülmekten soru sormaya veya sohbeti ilerletmeye gücü yetmiyordu. İşte bu neredeyse tek taraflı monolog tadındaki sohbetlerden birinde Mahmut Baler dalyayı anlattı. Mesela bir kamyona malzeme yüklerken sayıcı rolündeki eleman her yüz adette bir “Dalya 100”, “Dalya 200” gibi bağırıp hem taşıyanları gaza getirmek, hem de kenarda çetele tutan biri varsa ona bilgi vermek amacıyla bağırırmış. Dalya da buradan gelirmiş. Mahmut Baler de konu bir şekilde yaşına gelince “Dalyaya az kaldı” gibi bir şey söyleyip Dalya’nın manasını açıklamıştı. İnternetten biraz araştırınca gördüm ki, dalyasına 10 kala aramızdan ayrılmış bu yürüyen fıkra dağarcığı.

Üçüncü kişi olan Celal Bayar’ı da, 100 yaşına bastığında gazetede DALYA dedi diye başlık atmışlardı. Meşum bir Ağustos Cuma günü rahmetli olduğunda, evci olarak izne çıktığımda o zamanlar henüz özel radyolar devrede olmadığı için tek tabanca olan TRT, ağırlaştırılmış matem yayınına geçtiğinde, evde Annemlerin yazlıkta olmaları sebebiyle yaz bekarı durumunda, tek eğlencemin radyoda TRT-3, ekranda ise TRT-1 olduğu şekliyle evde sıkıntıdan patlamış ve rahmetliye 104 sene yaşamış da, 3 gün daha dayanamadığı için az sitem etmemiştim. Halbuki selefi İsmet İnönü, bir hafta içi günü vefat etmiş ve o esnada hazırlıkta okuyan benim için derslerin iptal olup, anmak ve kendisiyle ilgili belgeseli seyretmek üzere tiyatro salonuna doluşmuştuk. O zamanın teknolojisi ile kötü karıncalı bir görüntü ve anlaşılmaz boğuk bir ses olması, dersin ertelenmiş olmasının coşkusunu azaltamamıştı.

Madem TRT ile yola çıktık ve eski çekimlerden bahsettik, şimdilerde TRT-2 kanalında eski zamanlarda çekilmiş bu tip belgesellerin “Tarihin Ruhu” adlı programda gösterilmesi konusuna girelim. Bu programda kullanılan filmler, yalnızca zamanın etkisiyle bozulan kısımlarının değil, ilk çekim esnasının düşük profilli teknolojisinin de eksiklikleri dijital yolla araları doldurup düzeltilerek gayet seyredilebilir ve dinlenebilir hale geliyor. Benim ilk seyrettiğim filmde, Vahdettin’in tahta çıktıktan sonraki kılıç kuşanma merasimi vardı. Anlatıcının insanın sinirlerini bozacak derecede dingin sesinin yanı sıra görüntüde geçenlerin zamanında film çekilmiş olmasını bile düşünemezken bu pürüzsüz görüntüler beni ekrana kilitliyor. Programın ilginç yanlarından biri, tabi o zamanlar ISO9001 sistemi olmayıp, arşivlerken veya çektikten sonra tanımlama az yapıldığı için, görüntülerden yola çıkarak kimin, nerede, ne zaman ve niye bu filmleri çektiğinin 5N-1K olarak araştırılması ile olaya bir de gizem katılmış olması. Bu program günde birkaç kere kısa bölümler halinde yayınlandığı ve tekrarlar da olduğu için hem aynı çekime rastlama şansınız var hem de neredeyse bütün bölümler izlenmiş olabilir.

Aynı kanalda yayınlanan bir başka müdavimi olduğum program ise, Perşembe günleri akşam 22.30’da yayınlanan “Felsefe Söyleşileri” adlı Profesör Teoman Duralı’nın konuk olduğu program. Ses tonu ve felsefik görüşleri sebebiyle ilk seyrettiğimde antipatik gelse de, insanlık tarihini açıklaması ile beni bir şekilde ekrana bağladı. Ev ahalisi, tam kendilerini vererek dinlemediği için pek yüz vermediğinden, ben bu programı açtığımda sıkılıp kulaklıklarını takarak başka görsellere yöneliyorlar. Yazının ilk bulunması, avcılık-toplayıcılık döneminden yerleşik düzene ve şehirleşmeye – milletleşmeye geçiş gibi konuları irdelediğinden çok önemli bir çeldirici olmazsa bu programı illa seyrediyorum.

TRT 2 - Felsefe Söyleşileri | Facebook

Bu arada, aynı konularla ilgili, History Channel kanalında seyretmekte olduğum “Antik Uzaylılar” belgeseli de beni farklı konularda düşünmeye zorlamakta. Mesela ben, Göbekli Tepe bulunana kadar, MÖ 4000 yılında yazının bulunduğu ve ilk çağ başladığını düşündüğümde insanlığın MÖ 10000 yılından beri var olduğunu düşünmekteydim. Göbekli Tepe sonrası bu süreyi kafamda 25 bine kadar çekmiştim. Derken bu Antik Uzaylılar belgeselinde duydum ki, Homo Sapiens’in geçmişi 250 bin yıl öncesine dayanıyor. Ancak insanların mantıklı bir şeyler yapmaya başlaması MÖ 50 bin yılına kadar uzuyor, yani ben doğru zamana yüzde elli yanılma payı ile yaklaşmışım. Antik Uzaylılar programında Uzaylıların işe karıştığı ve bu yıllarda insanları tohumladığı kuramı üzerine kafa yoruyorlar. Yoksa “iki yüz bin sene gösteremedikleri gelişmeyi neden aniden yaşayıp gelişsinler ki” sorusuna cevap olarak bir tecavüz olduğu yönünde kuramlar geliştiriyorlar.

dunyadan-tarihi-eserler-15 | Eski çağlardan uzaylılar, Uzaylılar, Dünya  tarihi

İşte Bal Mahmut’tan girip Uzaylı tecavüzünden çıkmak için de 400 yazılık bir yazı geçmişine sahip olmak yetiyor herhalde deyip, nice dört yüzüncü yazılarda buluşmak üzere.

401

399

Yorum bırakın