329 – Pop Müzik


7 Ekim 2016

Geçenlerde ortaokuldan kırk seneyi aşkın bir arkadaşım, ki ilk tanıştığımızda içmiş olacağımız kahvenin bile hatrının kalmadığını söyleyebilirim, Nazmiş, (gene bir parantez) – kendisine anasının ve babasının koymuş olduğu Nazmiye ismiyle hitap edilince nedense pek bir sinirleniyor, ki muhtemelen bu güzel isim de rahmetli büyükannelerinden birinin ismi olsa gerek-, sosyal medya üzerinden bizimle eski bir şarkının linkini paylaştı: https://www.youtube.com/watch?v=kPDc8JQ6jgk.

nada

Şarkıyı çocukluk yıllarından hatırlamış ve bir iki küçük araştırma ile artık hakikaten kutsal bilgi kaynağı olan internette arayıp bulmuş. Nada Malanima isimli İtalyan şarkıcının duygu dolu bir şarkısı: Una chitarra e un’armonica. Ben de şarkıyı dinler dinlemez hatırladım. 1980 öncesine ait zengin mp3 albümüme bu şarkıyı da ekledikten sonra aynı mecrada biraz araştırmaya devam edince hem o zamanlardan hafızama kazınmış çeşitli şarkılar buldum hem de 1960’larda çekilmiş televizyon kliplerine de rastladım. Bu arada fark ettim ki zamanın ilerlemesi ile artan kaynakların getirdiği çeşitlilik bir yana bir de çabuk tüketilen popüler müziğin hızına yetişmek de artık imkânsız gibi. Bizim zamanımızda böyle miydi? Tek tabanca olan TRT’nin uygun görüp önümüze koyduğu her şeyi olduğu gibi kabul etmek durumundaydık.

Gerçi bu kötü bir şey miydi diye sorgulanabilir de. Öncelikle her ne kadar devlet ciddiyeti olsa da, dengeleri tutturma konusunda TRT yöneticileri gayet başarılıydı diyebiliriz. Aynı radyo yayını hem kentte hem de köyde aynı heyecanla dinleniyordu. “Sanki başka olanak var mıydı?” diye sorulabilir ama, her ne kadar Devlet Senfoni Orkestrasının Urfa’da verdiği konserden sonra Nasrettin Hoca’nın torunu olması muhtemel bir köylü “Bayburt, Bayburt olalı böyle zulüm görmedi” demiş olsa da klasik müzik çalarken radyoyu da kapatmıyorlardı herhalde, ancak kısıyorlardır. Aynı konserde orkestra şefinin elindeki sopayı hareket ettirmesi ile sopranonun bağırması ve Bayburt halkının bu olayı “adam kadını sopayla kokutuyor” şeklinde algılaması da ilginçtir.  Klasik müzik deyince henüz üç yaşında bile olmayan Kardeşimin Annemin pikaba yerleştirdiği “Rodrigo’nun Gitar Konçertosunu” (https://www.youtube.com/watch?v=LcNu7w9rv-k) kendinden geçerek dinlemesini hatırlarım. Şimdiki çocuklara değil Rodrigo, konçerto desen muhtemelen ne olduğunu bile anlamazlar.

rafaellacara-minaTRT’nin yaptığı bir başka güzel şey ise, muhtemelen baktılar ki Denetim Mekanizmasına takılmadan geçen şarkıların hepsi iyi değil, bari denetime sokmadan yayınlayabileceğimiz şarkılar olsun diye özellikle “İtalya’dan müzik” diye, Rafaella Carra ve Mina’nın dönüşümlü konuk olduğu programları yayınlamaya başladılar. Rahmetli Babam bile Rafaella Carra’yı tanır, Mina’nın Karadenizliyi andıran burnuna arada laf bile atardı. Yazımızın çıkış noktası olan Nada’yı da hem bu programlarda dinlemişliğim vardır hem de radyoda.

hakkibulutSonra denetimin sıkıcılığını fark etmiş olmalılar ki, halkın çoğunluğunun dinlediği Arabeski TRT’de çalabilmek adına ısmarlama bir acısız arabesk şarkı yaptırdılar. Hakkı Bulut’un söylediği “Henüz 3 yaşında bir kardeşim var, seni ondan bile kıskanıyorum” şarkısı, (https://www.youtube.com/watch?v=rW93jxfcyck) sanatın emirle yürütülemediğinin en güzel kanıtıdır.

Gene 1980 öncesine dönersek, o zamanlar hem imkânlar kısıtlı hem de kaynaklar kıt olduğu için ancak çok emek verilmiş şeylerin üretilme şansı oluyordu. Tabi tek tabanca olmanın getirdiği şımarıklık ve Denetim mekanizmasının tanıdığı yetkilerin hoyratça kullanılmasından dolayı TRT hep aynı tip müziğin üretilmesine müsaade ettiğinden sadece denetime uygun parçalar üretiliyordu. Bu sebeple Örevizyon şarkı yarışmasına gönderilen şarkıları biz Türkler bile beğenmiyorduk. Ama gene de kalite, şimdinin “yangınlar yanıyor” şeklindeki şarkı sözleri de denetimden geçmediği için, belli bir seviyenin altına yani negatife inmiyordu. Tabi kaliteli olanlar ise “yeme de yanında yat” misaliydi. Öncelikle şarkı sözlerinin pek çoğu ünlü şairlerin şiirlerinden oluştuğu, şimdiki gibi sadece kafiye olması için “referans, reverans, feveran, bumerang” gibi kelimeler aynı kıta içinde birbirinin ardına dizilip şarkı yapılmıyordu (bu örnek tamamen gerçektir ve Sıla’nın şarkısıdır). Sonra her gün yeni şarkı çıkarmak gerekmediğinden, müzikte de biraz armoni, biraz çeşitlilik aranıyordu. Çıkan şarkılar bir albüm halinde çıktığından dinlemek için, bazıları korsan da olsa kaset veya plak olarak alınıyor, dolayısıyla da tüm parçalar dinlenebiliyor ve herkes kendince bir veya birkaç parçayı daha fazla beğenebiliyordu (parça ya da parçalar, puan ya da puanlar, gol ya da goller). Şimdilerde ise daha albüm çıkmadan, piyasada daha çok tutacağı öngörülen şarkılara klip bile çekilip piyasaya sürülünce her bir kanaldan nüfuz etmek adına sürüldüğünden bir hafta, bilemediniz bir ay sonra artık o şarkılardan gına geldiğinden şarkılar eskiyip tekrar dinlenmemek üzere rafa kaldırılıyor.

Özel radyoların ilk çıkmaya başladığı zamanlarda, üstelik cep telefonları da yeni yeni kullanılmaya başlandığında, çalınan kliplere oy verilir ve verilen oylardan en çok alan haftanın galibi olur, ona oy verenlere de çam sakızı çoban armağanı hediyeler verilirdi. Ama hediye almış olmayı, istediği parçanın birinci gelmesinden ve çalınmasından daha çok önemseyen halkım da bir aralar kazanmak garanti olsun diye hep birinciliği kazanan şarkıyı oylayınca Nilüfer’in “Şov yapma” adlı şarkısı haftalarca birinci geldi ve yoldan geçen neredeyse tüm taksilerin açık pencerelerinden duyulur oldu. Bir de taksi şoförlerinin nasıl denetimsiz özel radyolara aç olduğunu gösterir şekilde ilk özel radyolardan olan İstanbul FM’in cıngılı da Nilüfer’e nazire yaparcasına duyulmaktaydı.

Demem o ki, özgürlük tabii ki güzel ama özgürüz diye beynimizi şey etmeye de kimsenin hakkı yok.

Sonraki yazı 330 – Yaşama Sevinci

328

330