320 – Cuma Boksörleri


17 Haziran 2016

Muhammed Ali Clay, ya da doğumunda aldığı ismiyle Cassius Clay. Kendisini kendimi bildim bileli tanırım. Üstelik daha o zamanlar Müslüman oluşunu, savaş karşıtı bilhassa da Vietnam’a savaşmak için gitmemek isteyişini, ırkçılığı daha o zamanlar reddettiğinden olimpiyatta kazanmış olduğu madalyasını nehre attığını biliyordum. Ancak kendisiyle daha samimi olmam yaklaşık 2 ay kendi kardeşimiz olarak evimizde ağırladığımız Amerikalı kız kardeşim Audrey zamanında olmuştu.

Bu tarihten biraz daha öncesine gidersek 1971 yılında İzmir’de Akdeniz Olimpiyatları yapılmıştı. Olimpiyatlar için İzmir’e pek çok spor tesisi kazandırılmıştı. Bunlardan oturmakta olduğumuz Alsancak’ta yapılan Kapalı Spor Salonu ve arkasındaki Kapalı ve Açık yüzme havuzlarında yapılan yarışlara ailecek gidiyorduk. Televizyon yayın hayatına yeni başlamış olduğundan hem henüz bizi tam esiri haline alamamış hem de zaten kısıtlı yayın sürelerinde bir de Akdeniz Oyunları naklen yayını olunca muhtemelen “Canlısı varken niye camlısını seyredelim ki?” diyerek müsabakaları seyretmeye gidiyorduk.

Kapalı spor salonunda ilk hatırladığım müsabaka bir basketbol karşılaşması idi ve zannedersem taraflardan bir tanesi Yugoslavya idi. Henüz ilkokul dördüncü sınıfta olan benim çocuk boyumla basketbolcuları ilk gördüğümde bende yarattıkları his adeta devlerle karşılaşmış olduğumdu.

Ertesi sene 1972 Münih Olimpiyatlarında Mark Spitz’in 7 altın alması ile ünlenecek yüzme yarışlarını henüz takip etme merakı oluşmadıysa da tramplenle atlama müsabakalarına bir hayli ilgi göstermiştim. Ancak aynı ilgiyi altın madalyalar kazanmış olduğumuz güreş ve boks müsabakalarına göstermemiştik. Tamam, güreş ata sporu olduğundan başarılıydık ancak daha çok teknik isteyen boksa bir türlü ilgi duymamıştım. Yalnız ne zamandı hatırlamıyorum ama Seyfi Tatar isimli boksörümüzün şampiyon olup törende İstiklal Marşı okunurken ağlayarak marşı söylemesi hala daha gözümün önündedir.

Tabi boks deyince Cemal Kamacı ve Eyüp Can isimlerini hatırlamamak olmaz. İlk profesyonel boksör olan Cemal Kamacı tam 63.5 kilo ile dövüşürdü. Ne yarım kilo eksik, ne yarım kilo fazla. Sonradan boksu bırakıp dini siyasete alet etmiş olsa da kendisine olan saygım hala devam etmektedir. Eyüp Can ise kardeşimle arada sırada birbirimize takıldığımızda yumruk ve salvoları, her ne kadar şiddetle indirmiyor olsak da, vuruşlar esnasında “Eyüp Can, Eyüp Can” diye birbirimiz galeyana getirdiğimiz bir tezahürat gibiydi. Profesyonel boksör olarak son adlandıracağım kişi maalesef geçenlerde kaybettiğimiz “Boğazın Boğası” olarak da tanınan Sinan Şamil Sam’dır.

Boksu bana ilk seyrettiren kişi olan Muhammed Ali’ye dönecek olursak Babam, Ben ve Audrey arasında geçmiş ilginç bir konudur. Malum Amerika ile olan saat farkı ve oranın “Prime Time” saatinin bize göre ertesi gün sabaha karşı olması sebebiyle pek çok aktiviteyi canlı olarak izlemek isteyenler uykusuzluğu göze almak zorunda. İşte böyle bir aktivite de Muhammed Ali’nin boks karşılaşması ve televizyonun normalde yayın yapmadığı saate denk gelmesinden ötürü, Babamın da boks takip ettiği bir spor dalı olmamasına karşın ilgisini çelmişti ve bana sabah kalkmak isteyip istemediğimi sormuştu. Ben de bir heves evet deyivermiştim. Ayrıca evet demekle kalmamış, Audrey’e de Amerika’da oynanacak olan bu maçı seyretmek ister mi diye sorduğumda ondan da olumlu cevap almıştım.

Sabaha karşı, maç saati geldiğinde Babam beni uyandırmaya gelince uykunun galebe çalması ile Babama kalkmayacağımı belirtip uyumaya devam etmek istemiştim, ama hem Audrey’e teklifimi hatırlamış hem de daha üzerinden belki de 5-6 saat geçmişken kararımdan caymamak için Babamın peşinden kalkıp Audrey’i uyandırmaya gittim. Uykusunun belki de en güzel yerinde uyandırılmış olan Audrey de aynen benim Babama verdiğim tepkiyi verip uyuyacağını söylemişti.

Ben kös kös odadan ayrılıp Babamın yanına geçip televizyon seyretmeye gittiğimde az önce kendisini reddetmiş olduğum Babam önce şaşırmış, daha sonra tek kendisinin kalkmamış olup kendisine eşlik etmemden ötürü mutlu olmuştu. Derken içeriden önce ayak sesleri ardından da gözünden uyku akmakta olan ama hafif mahcup, hafif pişman bir yüzle Audrey kapıda belirdi. O da aynen benim gibi önce kalkmak istememiş ama sonradan verdiği sözü tutmak adına yaz sıcağında artık hafiften serinlemeye başlamış İzmir sabahında aramıza katılmıştı. Kariyeri boyunca sadece 5 maçını kaybetmiş olan Muhammed Ali’nin o maçı kazandığını gördük mü, ya da rakibi maçın tamamını oynayabildi mi hatırlayamıyorum ama üçümüz de televizyonu kapatıp yataklarımıza döndüğümüzde muhtemelen o esnadaki en mutlu insanlar olmuştuk.

Boksu bıraktıktan sonra her ne kadar Muhammed Ali’yi görmemiş olsam da hiç unutmadım. Ama, 2012 Londra Olimpiyatlarında beyaz takım elbisesi ile gördüğümde tanıyamamıştım. Yakalanmış olduğu Parkinson hastalığı yüzünden bayrağı taşıyan diğer beyaz takım elbiselilerin yanında ayakta durmakta zorluk çekmişti. Bir devrin vurduğunu deviren devinin devrilmek üzere olduğunu görmek içimi acıtmıştı. Babamdan sıklıkla duyduğum “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış” hadisini de hatırlayıvermiştim birden.

Geçen hafta “Muhammed Ali hayatını kaybetti” haberini duyunca da önce çok üzülmüş ama ardından Londra Olimpiyatları töreninde gördüğüm o hali sebebiyle kurtulduğunu düşündüğüm Muhammed Ali’yi rahmetle anıyorum. O karşısında neredeyse kimsenin durmaya cesaret edemediği halinden sonra titrek bir ihtiyar olarak hayata devam ediyor olmak onu fazlasıyla üzmüştür herhalde.

Cumhurumuzun Başkanının da “Krizi fırsata çevirmek” adına ölüm haberini alır almaz Amerika’ya gitmesini ama dini tören ardından arıza çıkardıktan sonra esas merasime katılmadan geri dönmesini Muhammed Ali’ye karşı yapmış olduğu bir şov olarak görüyorum, aynı Van Minut olayında olduğu gibi. Obama Başkanın da törene kızının diploma töreni sebebiyle katılamayacak olmasını “iyi baba, iyi politikacı, kötü ev sahibi” olarak değerlendiriyorum.

Boksör deyince aklıma “Ben de sporcunun zeki, çevik ve ahlaklısını severim” özdeyişi ve tabii ki Mike Tyson geliyor.  Yaptığı ilk 37 karşılaşmada hiç kaybetmezken rakiplerini neredeyse maç başlar başlamaz nakavt ile yenen Tyson, ilk defa yenildiğinde nakavt olunca o güne kadar yendiği rakipleri yenildiği rakibine karşı müthiş bir sempati duymuşlardır. Bu mağlubiyetle kimyası bozulan Tyson, önce bir tecavüz davasından ötürü hapse girdi ardından da çıktığı bir boks maçında rakibinin kulağını ısırarak koparttı (YİGY. yuh hayvan!)(YİGY=Yazarın içten gelen yorumu). İlginçtir ki Mike Tyson da daha sonra Müslüman olmayı seçmiş. Demek aklın yolunu bulmak için biraz dayak yemeleri gerekiyormuş.

Sinema kariyerine başlamadan önce boksör olan Jean Paul Belmondo ise yediği yumruklardan kırılmış ve yamulmuş olan burnuna rağmen sempatikliğinden bir şey kaybetmemiştir. Olimpiyata katılacak Fransız Boks takımı antrenörünü oynadığı “Asların Ası” filmi Hitler’i ti’ye alan ilginç bir filmdir. Filmdeki basit hatalardan oluşan karışıklıklar ise bende senaryo için çok fazla zaman ve para harcanmadığı hissini yaratıyor.

Milattan önceden beri süregelmekte olan boks sporunu ne yazık ki, sabahın köründe kalkıp seyretmiş olsam bile sevemedim gitti.

Önceki yazı 319 – Toplu Taşıma – 2 Otobüs .319

Sonraki yazı 321 – Biz bitti demeden bitmez .321