318 – Toplu Ulaşım


3 Haziran 2016

Kendimi bilmeye başladığım yıllarda, ki bugünler İzmir’in güzide ilçesi Karşıyaka oluyor, annemlerle bindiğim toplu taşıma vasıtası Karşıyaka-Konak arası çalışan vapur olmuştu. Her ne kadar TİNEN diye adlandırdığım trenle Basmane ve Alsancak’a gitmek mümkün olsa da Karşıyaka çarşısından öte gittiğimiz yer Kemeraltı olarak bilinen İzmir’in çarşısı olduğundan ve vapurla yolculuk da tren ve otobüse göre daha konforlu olduğundan hep vapuru tercih ederdik. Yalnızca, bir gece, bir düğünden dönerken belediye otobüsüne binip Karşıyaka’ya gittiğimizi hatırlıyorum.


Vapurlardan SUR adlı olanı benim favorimdi. Hatta o kadar ki arada vakit geçirmek üzere evde resim yaparken bir deniz savaşı çizimimde başrolde SUR gemisi vardı. Şanlı bayrağımızı taşıyan surgeminin rakibi olarak ansiklopedi ve atlas karıştırırken karşıma çıkan ve daha sonraları Gezi olayları esnasında ÇARE olarak bilinen DROGBA’nın memleketi Fildişi Sahili bandırasını kullanmıştım. Tabi o zamanlar televizyon ve tabidir ki bilgisayar olmadığından bilgi başvuru kaynağı olarak Hayat Ansiklopedisi UN ile Resimli Bilgiler Ansiklopedisi baş kaynağımdı. Aynı zamanda bu kaynaklara bir de sonradan edindiğimiz Büyük Atlası katabilirim. Atlas’taki bazı resimler, Birleşmiş Milletler Binası ve örnek ülke insanları resimleri hala gözümün önündedir. Amerika seyahatim esnasında yolumu 2 defasında özellikle Birleşmiş Milletler Binasının önünden geçirmişliğim vardır ama hiçbir seferinde aynı açıdan fotoğraflama şansım olmadı.

–         
İstanbul’a taşındıktan sonra Belediye Otobüsleriyle daha sık haşır neşir olup onları kullanmaya başladım. Orta 2. Sınıftan başlamak üzere oturduğumuz Kadıköy’den ninemlere yani Bakırköy’e genellikle Vapur-Tren ikilemesi ile gitsem de arada bir Kadıköy-Aksaray arası otobüsünü kullanıp Taksim’den aktarma yaparak “82-Taksim-Ataköy 4. Kısım” otobüsüyle giderdim. Bu ikinci seçeneği kullanırsam trenle vardığımda Bakırköy meydanından ninemlere yürüme mesafesini kısaltmış olurdum. Ancak trafik sıkışıklığının o zamanlarda bile insanı bezdirdiği dar İstanbul yollarında sabit süre süren vapur-tren ikilemesi hep ilk tercihim olmuştu. Tabi bu yolculuk esnasında Karaköy’de vapurdan inip Sirkeci istasyonunda trene binene kadar yürünen yolda öğle yemeğinin de üzerinden bir hayli zaman geçmiş olduğundan akşam yemeğinde iştahı kesmeyecek, sokak satıcılarından içine bol soğan ve yeşillik konan bir lahmacun olsun, ya da Karaköy’deki Murat Pastanesinden bir içli köfte yeme imkânı olduğundan daha bir tercih ederdim. Eğer yolculuğu annem veya ninemle yapacak olursam, daha az yürüyüp bunun karşılığında daha fazla ücret ödeyerek Karaköy’e varınca önce dolmuşla Aksaray’a oradan da minibüs ile Bakırköy’e gitmişliğimde olurdu. Hatta bir seferinde ninemle bu yolu kullanırken Aksaray’da UFİ (Ucuz Fakat İyi) mağazası önünde minibüs beklerken şemsiyesiz yakalandığımız yağmurda donumuza kadar ıslanmışlığımız esnasında ninemin bir cömertlik göstererek taksi çevirmiş olması da anılarımın arasında lüks neon ışıklarla aydınlatılmakta.

ufi
Lise bitip de üniversiteye başladığımda ise otobüs benim için neredeyse tek seçenek olarak görünmekte. Her ne kadar babamla girmiş olduğum bir soğan yeme-yememe diyaloğu esnasında kullanmakta olduğum MAVİ KARTI kaybetme durumuna gelsem de ser verip sır vermeden soğan yememişliğim vardır. Aynı tartışmayı biber için de yapmıştık sanki. Bugünlerde hem soğan hem de biber konusunda inadımı kırmış olsam da tatlı veya acı olduğu tatmadan belli olmayan bibere güvensizliğim hala devam etmekte.


Çalışma hayatına atıldıktan sonra toplu taşıma vasıtalarını kullanma sıklığım, özel binek aracımı kullanmaya göre daha az olmuştu. Ancak geçirdiğim göz rahatsızlığı esnasında yapmak durumunda olduğum doktor ziyaretlerimde retinamın doktor tarafından daha rahat görülmesini sağlamak için gözüme damlatılan damla ile göz bebeğimin felç edilmesi sonrası araba kullanmanın mümkün olmaması ve artık akıllı adamın İstanbul trafiğinde sabahları Avrupa yakasına, öğleden sonra da Asya yakasına kara yolunu kullanmanın akıl karı olmamasından ötürü özel araç yerine toplu taşıma vasıtalarına dönüş yaptım. Tabi arabayı park edecek otopark bulma sorunsalı da cabası. Mümkün olursa önceliğim raylı ulaşım. Her ne kadar Marmaray’a bindiğimde üzerimdeki ürkekliği hala atamamış olsam da “Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete” hesabı tercihimi değiştirmiyorum.


Toplu taşıma denince tabi akla öncelikle otobüs ve tren gelse de uzun yolculuklarda uçağı da bu ulaşım araçları arasına almaya hatta belki de en öne koymak gerekiyor. Her ne kadar eskilerde fiyatı yüksek olsa da şimdilerde bazı durumlarda, otobüslerden bile ucuza uçulabiliyor. Otobüs, tren ve vapurla yapmış olduğum en uzun yolculuk ilk yurtdışı gezim esnasında İstanbul’dan hareketle Salzburg ve Münih aktarmalı olarak gerçekleştirdiğim Londra yolculuğudur. Çarşamba öğleden sonra Topkapı-Avrupa garajından Varan Turizm ile başladığım yolculuk Cumartesi öğleden sonra Victoria İstasyonunda son bulmuştu. Dönüşte ise hem aklın yolu birdir hesabı hem de yurtdışında o zamanlar bile rekabetin yolcu lehine kullanılabilmesi adına çok da pahalı olmayan uçağı kullanmıştım. Londra-Frankfurt arası uçtuğum Singapur Singapur-747 Havayollarının o zamanlar en iyi havayolu seçilmesi ve bindiğim uçağın da o zamana kadar hiç binmemiş olduğum Jumbo Jet olmasını sadece şanslı bir adam olduğumun gösterisidir zannediyorum. Uçakta servis edilen öğle yemeğindeki hindi de o güne kadar yememiş olduğum bir lezzet olarak, damak tadı olarak değil ama görsel bir hatıra olarak hafızama kazınmıştır.


Belçika’dan İngiltere’ye bindiğim feribotu beklerken aynı yerden kalkan hovercraft hoverkraft’ları da gıpta ile izlemiş ama kısıtlı öğrenci bütçemle binilebilir bulmamıştım. Hatta binmeyi düşünmemiştim bile.


Bindiğim ilginç raylı toplu taşıma araçlarından biri de San Fransisko’daki CABLE CableCar CAR adı verilen tramvay oldu. Yollarda rayların arasının kesik olup tramvaydan uzatılan bir metalin aşağıda devamlı olarak dönmekte olan çelik halatı yakalayarak ona kendisini çektirmesi ile hareket eden bu araçları kullanmak muhtemelen araba veya otobüs kullanmaktan daha zor olsa gerek.


Toplu olmasa da tekli taşıma aracı olarak bindiğim eşek ve deve ile bir yerden bir yere gitmek yerine daha çok merak ve anı resmetmek için fotoğraf makinası kullanma amaçlı olduğundan burada uzun olarak bahsetmenin gereği olmadığı kanısındayım. Bu hayvanlardan gayri, enteresandır, ata hiç binmişliğim yoktur. Ama kardeşim ilkokulda iken okula gitmek için atlı bir öğrenci servis aracını kullanıyordu.

SIPA

Bisiklet her ne kadar bireysel bir taşıma aracı olarak bilinse de İtalya seyahatim esnasında kullanma hatta gidonu yönetme gururuna eriştiğim 4 kişilik TANDEM de toplu taşıma araçları arasına girebilir. 4 kişinin senkron olarak pedal çevirdiği bu araçlardan Türkiye’de olsa da tekrar binebilsem diyorum.

4seatbike
Hava taşımacılığında kullanılan BALON da gene ne binmeye cesaret edeceğim ne de aklımdan geçireceğim bir toplu ulaşım aracı. Balonları uzaktan fotoğraflama ne kadar hoşsa da içine binmek için kendisini şişiren sıcak havayı sağlayan mangal gibi bir yürek taşımak lazım.

Balon
İndiğinizde gene bindiğiniz yere geldiğiniz ROLLER COASTER’lar da zevkli olarak adlandırılabilen toplu taşıma araçları sınıfına girer mi bilmiyorum ama onlara binmenin keyfi de başka bir şeyde yok diye düşünmekteyim. Mümkünse en ön koltuğa oturmak cesaret isterken, en arkadaki sıranın daha zevkli olduğu konusunda münazara yapılsa arka koltuğu destekleyerek kazanacağımı tahmin ediyorum.

colossus2

Bu yazıyı yazmamda bana ilham veren internette gezinirken karşılaştığım “İstanbul’un nostaljik ulaşım araçları” adlı resimli gösteriden de gelecek yazılarda bahsedeceğim.

Önceki yazı: 317 – Bakmak ve Görmek – 2

Sonraki yazı: 319 – Toplu Ulaşım – 2 – Otobus

Önceki yazı – 317

Sonraki yazı – 319

1 comments

  1. Bu haftaki yazı, birkaç yönüyle beni de ilgilendirmekte. Bahsedilen toplu taşım araçlarından deve ve eşek kullanımına bizzat şahit olmuştum. Ki yazarımız her ne kadar tevazu göstererek “bir yerden bir yere gitmek yerine daha çok merak ve anı resmetmek için fotoğraf makinası kullanma amaçlı” ifadesini kullansa da, eşekle birkaç adım da olsa bir yerden bir yere gitmişliği vardır. Bunu fotoğraftan da anlayabilirsiniz.

    Gene ilave bilgi olarak, deveye binişin Kapadokya; eşeğin ise Erzurum ili, Tortum ilçesi, Uncular Köyü sınırları dahilinde kullanıldığını belirteyim.

    Ve gene büyük bir tevâzu göstererek, toplu taşım işlerinde aslan kullandığından ve Venedik topraklarında “Aslanı dize getiren Türk” olarak anıldığından hiç bahsetmemiştir. Kendisinde bunun da fotoğraf şeklinde kayıtlı olduğunu biliyorum. Eğer o bulamazsa, büyük bir ihtimalle, ben bulur, sizlerle paylaşırım.

    Bahsi geçen araçlardan tandem kullanımını da birlikte gerçekleştirmiş, dostum kendi belirttiği gibi kaptanlık görevini üstlenirken, ben genellikle grubun en arkasında yerimi almıştım. Her ne kadar tehlikeli bir araç gibi gözükse de, üzerine binen dört insanın sahip olduğu sekiz ayaktan biri bile yere değince düşme ihtimali kalmadığından, kalkması zahmetli ama sürmesi güvenli bir araç olarak zihnimde yer etti.

    Öte yandan, yazıda geçen “otopark bulma sorunsalı” ifadesi de benim için çok anlamlıdır. Bilmiyorum, aşağıda yazacağım hikâyeyi kendisiyle paylaşmış mıydım ama, eğer paylaşmamışsam, müthiş bir tesadüf, paylaşmışsam, müthiş bir gönderme var demektir.

    Sorunsal kelimesiyle ilk defa seksenli yılların sonlarında tanışmıştım. O sıralarda Boğaziçi Üniversitesi’nde araştırma görevlisiydim ve yanlış hatırlamıyorsam sürdürdüğü açlık grevini o günlerde sonlandıran Nevzat Çelik, konuşma yapmak üzere üniversitemize gelecekti.

    Bu tür siyasi işlerle pek aram yoktur ama, sekreterimizin ısrarları sonunda, istemeye istemeye kendimi Kırmızı Salon’da bulmuştum. Nevzat Çelik gelmeden, kim olduğu bilinmeyen bir adamın fotoğrafımızı çekmesi de işe tuz-biber ekti. Zaten gergin durumdaydım, keyfim iyice kaçmıştı.

    Neyse, az sonra Nevzat Çelik geldi ve sözlerine şu iki kelimeyle başladı:

    -“İnsan sorunsalı…”

    O günden sonra sorunsal kelimesi dilimize pelesenk oldu ve olur-olmaz her yerde kullanmaya başladık. Maddî durumumuz iyi değilse “para sorunsalı”, işler sıkışıksa “zaman sorunsalı”, bulunulan mekânda bir sıkışıklık varsa “alan sorunsalı” diyorduk. Kendi aramızda çok da güzel anlaşıyorduk.

    O günlerden yaklaşık yirmi sene sonra, bir sabah Mimarlık Fakültesi’ne verdiğim derslerden birine giderken, arabamı park edecek bir yer bulamamış, etrafta birkaç sokak dolanmış ve derse biraz geç kalmıştım. Derse girdiğimde, sanki öğrenciler de bu espri jargonuna aşinaymış zannıyla

    -“Kusura bakmayın çocuklar, otopark sorunsalı…”

    demiştim. Müteakip haftaların birinde, bir sabah gene derse geç kalınca, ön sıralarda oturan bir kız

    -“Hocam gene otopark sorunsalı mı?”

    dedi. Yanında oturan bir başka kız da, soruyu sorana eğilip (ama önde oturdukları için konuştuklarını rahatça işitebiliyorum)

    -“Sorunsal ne ya?”

    diye sordu. İlk kız

    -“Bilmem, hoca öyle söylüyor.”

    diye cevaplamıştı.

    Nevzat Çelik’in, olayların bu şekilde geliştiğini bilmemesi ise bence kendisi için büyük bir kayıptır.

    Beğen

Yorum bırakın