313 – Nirvana


9 Ağustos 2015

Malum insan tatminsiz bir yaratık olduğundan hep yeni bir şeyler yapmak, yeni yerler keşfetmek, daha önce yaptığını tekrar etmemek adına kendini hep bir adım daha ileriye götürmeye çalışmıştır.

Seneler önce, daha ilkokul  yıllarımda oturmakta olduğumuz İzmir şehrinde, şu sıralar yerine rant amaçlı göz dikilen Fuar alanına gitmeyi çok severdim. Yaz sonu 1 ay süren Enternasyonal Fuar zamanı açık olan ve adına PAVYON denilen ya yurtdışından gelen ülkelere ait, ya da hem devletin hem de özel sektörün mallarını tanıttığı yerleşkeler açıksa onları ziyaret etmek en büyük zevkimdi. Eğer fuar domestik bir yapıdaysa da özellikle hayvanat bahçesi ve Lunapark gezmekten en çok zevk aldığımız mekânlardı. Hele enternasyonal halindeki lunaparkın keyfine doyum olmazdı. Çünkü ziyaretçi sayısı arttığından, normal zamanlarda olmayan bazı aktiviteler de eklenerek daha ilginç zevkleri yaşardık. Ama en zevklisi, o zamanlar herhalde “Dönme Dolap” idi. En tepeye çıkıldığında belki de İzmir’in en yüksek tepesine çıkılıyor ve etraf, hele akşamsa ve ışıltılıysa pek bir görülesi oluyordu. İşte biz dönme dolaba binip de böyle bir keyif alırken, yurtdışına pek çok kereler gitmiş olan teyzemlerden, oralardaki lunaparkların methini işitir, özellikle de Alp Treni olarak adlandırılan ve globalleşen dünyamızda artık İngilizce ismiyle anılan ROLLER COSTER’ları (Bundan sonra RC olarak anılacaktır) pek bir merak ederdim. Hakikaten daha sonraları gitme fırsatını bulduğum yurtdışı gezilerimde bu trenlere binmeyi ve daha sonraları da çocuklarıma bu keyfi aşılamayı başardım. Yani dönme dolap ile başlayan heyecan fırtınası, kasırgalara dönüşecek, adrenalin patlamaları yaşatacak yeni heyecanlara yelken açacaktı.

2014 yılında yapmış olduğum İngiltere gezimiz esnasında THORPE PARK adlı parktaki birbirinden heyecanlı 6 farklı RC’nin her birinde farklı heyecanları yaşamayı bildim. Bunların kimisi uzun ve hızlı iken bir tanesi vardı ki toplam 12 saniye içerisinde tüm olayı neticelendiriyordu. Bu RC önce bir sapan gibi bindiğimiz vagonları fırlatıp 85 mil (yaklaşık 135 kilometre) hıza çıkartıyor, bu hızla birden yukarı savurtup 60 metreye ulaştırıyor, peşinden de hızlı bir inişle aynı mesafeyi yitirtip işlemi sona erdiriyordu. Yani kısa, hızlı ve farklı.

*          *         *

RC’ların bir başka türü de ıslak mekânlarda mayo ile yapılanları. Trenlerde yerinize oturup bağlandıktan sonra artık dönüşü olmadığı gibi su parklarında ise en çok şambrel veya altınıza yerleştirdiğiniz plastik parçasına sarınarak kayılıyor. Bu heyecanı ilk olarak Dayımlar ile gittiğimiz Kuşadası’nda 12 yaşımın körpeliğinde Kuştur tatil sitesinin havuzuna kaydırak ile 2 metrelik bir kayıştan sonra yaklaşık yarım metre yükseklikten suya giriş de farklı bir heyecan olarak yaşamıştım. Bu keyfi seneler sonra, Yeni Dünya Amerika’da  kuzenim Aziz ile gittiğimiz ve altımıza MAT adı verilen plastik malzemeleri alıp, taştan oyulmuş yollarda kayarak havuza düştüğümüz WATER SLIDE işletmesinde fazlasıyla yaşadım. Ama daha sonra kızlarımın ısrarı ile gittiğimiz AQUA PARKLARDA heyecanın dibine vurmanın ne olduğunu önceki yazılarımda belirtmiştim.

Bu kaydırakların ortak özelliği öncelikle bir kuyrukta bekleyip biraz sıkılıyorsunuz. Daha sonra aktiviteye yaklaştıkça insanın içini tatlı bir heyecan sarıyor. Kuyruk bitip önünüzde sadece 1 kişi kalınca adrenalin iyice salınıyor ve sıra size geldiğinde artık ok yaydan çıkmış olduğundan “Pollyanna’cılık misali” kaderinize razı olup kuzu kuzu platforma yerleşiyorsunuz.

Benim daha önceki Su Parkı deneyimlerimde en heyecan verici olarak gördüğüm ve ancak ikinci gidişimde cesaretlenip kayabildiğim Kamikaze bana göre (daha doğrusu geçtiğimiz haftaya kadar) denenebilecek en cesaret isteyen kaydıraktı. Çünkü kaymak üzere kaydırağa oturulduğunda kayılacak platform o kadar dik ki harekete başlayana kadar gideceğiniz yer gözükmüyor. Hareket etmeye başlandığında ise bir ara kaydırak ile sırt arasındaki sürtünme neredeyse değmemeye kadar gidiyor ki kaydırağın sonuna varıldığında insanda inip toprağı öpme hissi doğuyor.

Bu sene de kızlarımın ısrarına dayanamayarak Kuşadası’ndaki su parklarında iki gün üst üste kaymak üzere planımız yapıp Kuşadası’nın yolunu tuttuk. Sabah kahvaltıyı biraz uzattığımızdan parka gittiğimizde kalabalık yerini almıştı bile. 400 metrenin üzerindeki bir uzunluğa sahip ve büyücek bir şambrelin içine girip su ile temas edilmeyen bir aktivite ile işe başlamak üzere uzunca olan kuyruğuna girdik. Kuyruk, merdivenlerle bir kulenin tepesine çıkıyordu. Uzunca olan kuyruğun iple ayrılmış merdivenlerinin sol tarafından ise PEMBE ve MAVİ olarak adlandırılan ve kuyrukları daha kısa olan aktivitelere de ulaşılıyordu. Biz kuyrukta bekleyeduralım, o kuyruğa girenler ıslak bir şekilde tekrar kuyruğa geri geliyorlardı. Bu arada merdiven altında bulunan sıkıştırılmış hava tankının neye yaradığını anlayamıyordum. Yalnız arada bir pistonun hareketini görmesek de sesini duyuyorduk. Benim fikrim tepeden piston ile hava basıp kurbanların daha hızlı kaymaları sağlanıyor diye düşünüyordum. Pistonun giriş noktasında pembe olanında max 65 kg, diğerinde ise min 65kg yazıyordu. Yani benim kaderim erkek olmanın doğal rengi olan mavi’deydi.

Tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yerin kürkçü dükkânı olduğu gibi benim de yolum, Kayahan Usta’nın “Yolu sevgiden geçen herkesle bir gün bir yerde buluşuruz” misali mavinin kuyruğundan geçti. Kızlarımın dolduruşları ve erkekliğe şokella sürdürmemek adına bu kuyruğa girmek zorundaydım ve girdim. Kayılacak yol kapalı bir borudan oluşuyor. Boru önce aşağı doğru muhtemelen 70 ila 75 derecelik bir açı ile iniyor, aşağıya doğru düzeliyor ama orada da bir o şekli çiziyor ve son noktasına varıyordu. Burada soru işareti, ilk başlangıcın bu 75 derecelik açı ile duran boruya nasıl girileceği idi.

Bunun cevabı da Mehmet Ali Erbil’in “Eyvah Düşüyorum” adlı yarışma programının hata yapan yarışmacıyı yollayan düzenekte gizliymiş. Borunun ilk başlangıç noktası esasen altı kapalı kısa bir kısım. Alt tarafı bir kapak ve bir piston tarafından kapatılıyor. İçeriye, pistonu fazla zorlamamak üzere yavaşça giriyorsunuz. Ardından arkanıza bir ucu omzunuzda kalacak şekilde bir plastik mat yerleştiriliyor. Mat’ın diğer ucu apış aranızdan geçirilip sağ elinize tutuşturuluyor ve iş bitene kadar bırakmamanız isteniyor. Boşta kalan diğer eliniz çapariz yapmasın diye sağ omzunuza iliştirilip kafanızı da biraz öne eğmeniz isteniyor. Bu duruma gelince artık “kaçınılmaz ise zevk almaya bak” düsturunu doğrularcasına pistonun açılıp “artık ne olacaksa olsun” moduna giriliyor. Görevliye “hazırım” bakışı atıldıktan sonra duyulan son ses pistonun açma sesi oluyor.

Aman Allahım. O ne duygudur öyle. Direkt boşluğa düşülmeye başlanıyor. Bitmek bilmez gibi geçen bu düşüşte diğer kullanıcılar nasıl haykırıyorlardı bilemiyorum ama benim stresten değil ağzımı açıp haykırmak, dişlerimi aralayıp ağzımdan nefes almam bile mümkün olmadı. Derken boşluğa düşme hissi eğimin biraz azalması ve bacakların yatay bir hal almaya başlaması ile azalsa da bu kez yuvarlak halini alan borunun içerisinde bu kez de sanki devrilmemeye çalışıyor gibiyim ama aşağıya doğru olan hızın bir de merkezkaç ile birleşmesinden doğan bileşke kuvvetle “bitse de gitsek” yerine “bitse de kurtulsak, inince fakire sadaka dağıtacağım, bir yetimi doyuracağım” hisleri kafada çakmakta. İşin son kısmı ise diğer kaydıraklarla aynı. O kadar hıza çıkardıktan sonra, boru bitmeden durasınız diye aşağıda paralel olan kısımdaki miktarı mebzul suya ayaklar önde girince, adeta lavman olur gibi su bulduğu her boşluktan sadece mayo içerisine değil, vücudun her bir deliğine girmeye çalışıyor.

Ama Pollyanna burada da devreye giriyor ve yazar sözü birden kafamda çakıyor: “o boşluğa düşmektense ortada hiç boşluk olmaması yeğdir”…

Önceki yazı : 312 – Yarış

Önceki yazı – 312

Sonraki yazı : 314 – Bana Amca dediler

Sonraki yazı – 315

Yorum bırakın