290 – Aslan ve Tavşan


16 Mayıs 2014

Son zamanlarda anlatmayı çok sevdiğim, bir aslan ve bir tavşanın biraz komik ama zalimin zulmünü çok iyi anlatan bir hikâyesi var:

Kral aslan bir gün ormanda oturup dururken ne kadar sıkıldığını farketmiş.
Sıkıntıdan patlarken aklına yardakçısı tilkinin bir fikirle çıkıp bu sıkıntısını gidereceği gelmiş.
Tilkiyi huzura çağırmış.
Tilki büyük bir saygıyla gelip aslanın ne istediğini sorduğunda aldığı
– Canım çok sıkılıyor. Bana bir çare bul da bu sıkıntıdan kurtulayım.
isteğine
– Çok kolay kralım. Hemen bizim tavşanı çağırın. Tavşan geldiğinde “Senin şapkan nerede? Niye takmıyorsun?” diye çıkışır, tavşanı bir güzel pataklarsınız. Bu da sizi rahatlatır
demiş.
Aslan aklına yatan bu fikri uygulamak üzere tavşanı çağırmış.
Tavşan badi badi yürüyerek saygılı bir şekilde huzura çıktığında “Söyle bakalım senin şapkan niye yok?” diye çıkışan aslandan sıkı bir dayak yemiş. Aslan da gayet mutlu şekilde rahatlamış.
Ertesi gün canı sıkılınca gene tavşan çağrılmış. Gene bir posta dayak. Aslan gene rahat. Üçüncü gün de gene aynı terane. Ama dördüncü gün aslanı bir sıkıntı almış.
– Yahu ben koca aslanım. Bula bula tavşanın şapkasını mı bulup dayak atacağım?
diyerek tilkiyi huzura çağırmış ve kendisinden yeni bir sıkıntıdan kurtuluş çaresi istemiş.
Tilki gayet rahat:
– Kralım, çağırın tavşanı. Eline para verin ve bakkaldan sigara almasını söyleyin. Aldığı sigara filtreli ise “Vay, niye filtreli sigara aldın da filtresiz almadın?” diye döversiniz. Eğer aldığı sigara filtresiz ise “Vay, niye filtresiz sigara aldın da filtreli almadın?” deyip döversiniz. Sonra da rahatlarsınız demiş.
Aslan hemen yeni planı uygulamak üzere tavşanı çağırmış. Çağrıyı alan tavşan koşarak huzura çıkmış. Aslan hemen parayı uzatıp kendisine sigara almasını söylemiş. Parayı alan tavşan hemen arkasını dönüp gitmek üzere imiş ki birden dönüp:
– Filtreli mi olsun? Filtresiz mi?
diye sorunca aslan hemen:
– Gel lan buraya. Söyle bakayım senin niye şapkan yok?

Şimdi bu hikâyeyi niye anlattım. Geçen hafta üniversite hayatımın İngilizce hazırlık sömestrinden sonraki ilk döneminde fizik, kimya ve matematik derslerinden başka bir de bilgisayar dersi aldığımız ve bundan kopya marifeti ile geçtiğimizi belirtmiştim. Derse ilk girdiğimizde Cem Kum isimli hocamız bize bilgisayar ile ilk karşılaşmamızda önce 59.999999 notu ile kalacağımız belirterek gözümüzü korkutmuş, peşinden de derse başlamıştı.

İlk derste değişkenler ve değişkenlere verilebilecek isimler konusu işleniyordu. O zamanlar kullanılan ama şimdilerde “ha Mısır Hiyeroglifleri ha Fortran” dedirtecek bilgisayar dili olan Fortran’da değişkenler türlerine göre bazı harflerle başlayabiliyormuş öğrendik. Dersi bizim gibi ilk defa alanlar olduğu gibi çift dikiş gitmeyi becerebilmiş arkadaşlar da vardı ve bilgisayar o zamanlar pek bilinmediğinden, dersi ilk defa alanlar olabildiğince çekingen davranıyorlardı. Eskiler ise bilgilerinin gazı ile hoca ile daha interaktif etkileşimde bulunabiliyorlardı.

Bizden bir işlem yapmak için bir değişken adı istediğinde ön sırada oturan bir sınıf arkadaşımızdan “ENAYİ” diye bir teklif geldi. Adamın ses tonu çok düşüktü ve ben “enayi” lafını duyduğumda önce yanlış duyduğumu zannettim. Ama sonra gördüm ki yanlış işitme söz konusu değilmiş. Muhtemelen Cem Kum hocamız da, bizi derse daha bir ısıtabilmek için bu saçma değişken ismini kullandı. Hatta bu ENAYİ o kadar tuttu ki, daha sonraki derslerde bile kullanıldı.

Neyse ders bittiğinde bu saçma kelimeyi kim ortaya attı diye baktığımda üniversitenin büyük sınıflarında görülebilecek sakala sahip ama sarı, gözlüklü ve ilk intiba olarak doğrudan “GICIK” yaftasını yapıştırdığım bir adamı gördüm. Üstelik o zamanlar daha dumansız hava sahası icat edilmediği için ders biter bitmez cebinden çıkarttığı piposunu yakıp ortalığı dumana da boğmuştu.

Yani gıcık intibaı için her şey yerli yerindeydi. Öncelikle sakalı vardı. Benimse daha bıyıklarımı ilk tıraş edişimin üzerinden 1 sene bile geçmemişti.

Sonra tütün mamulleri kullanıyordu. Bu belki biraz önemsenmeyebilirdi çünkü bazı arkadaşlarımız da sigara içiyorlardı. Bana yakın olan tek yanı gözlüklü oluşu idi ama benim o zamanlar taktığım kemik çerçeveler ve koyu renkli camlar yerine yuvarlak metal çerçeveli renksiz camlı gözlük kullanıyordu. Ama esas nokta, kendisinin bir üniversite dersinde hoca ile irtibata geçebilmiş. Ötesinde de ENAYİ gibi bir ismi önerebilmişti. Ders sona erdiğinde “Yandım oğlum Mehmet. Bu ve bunun gibi adamlardan çekeceğin var” gibi düşündüğümü çok iyi hatırlıyorum. Burada Mehmet yerine Ufuk olarak da düşünmüş olabilirim, çünkü tüm Boğaziçi eğitimim esnasında beni Ufuk olarak tanıdılar.

Gel zaman git zaman üniversite bitti ve benim yolum yukarıda bahsettiğim sarı sakallı arkadaş ile tekrar kesişti. Üstelik de sıra arkadaşı olarak. Mühendislik eğitimimin üzerine Drogba’nın Galatasaray’a gelmeden önce başkanın “pastanın çileğini daha almadık” dediği gibi pastama çilek etmek üzere İstanbul Üniversitesinin İşletme fakültesine devam ettim. Üstelik o zamanlar henüz Avcılardaki yerleşkesine taşınmadığı için 5 senedir gitmekte olduğum Hisarüstü benim için hiç de yabancı değildi.

Çalışkan bir öğrenci olmasam da ilkokulda üzerime yerleşmiş bu yaftadan dolayı ön sıralarda oturmayı tercih ederdim. Ama hiçbir zaman en ön sırada değil. Uzun boylu olmama rağmen de en arkayı hiç tercih etmedim. Sınıfta da en uygun yer olarak pencere kenarını seçerdim. İlk derse girdiğimizde herkes kendisine uygun yer ararken ben pencere tarafında, ilk sıranın hemen arkasında ve tabidir ki, dış tarafta yer buldum. Yanıma ise o ilk bilgisayar dersinden sonra aynı bölümde, ama sınıf farkı ile okuyor olmamıza rağmen, pek nadir gördüğüm Can ile yan yana düşmüştük. Büyük aşkların büyük kavgalarla başladığı gibi bizim, her ne kadar İşletme sonrası görüşememiş olsak da, güzel bir arkadaşlığımız oldu. Üstelik hiç de ilk intibadaki gibi gıcık da değilmiş.

Yazının başındaki hikâyeyi de ilk olarak Can’dan dinlemiştim. Üstelik tavşanın geliş ve gidişlerini kafasını hafiften sallayarak taklit edişi vardır ki, tavşanlara daha bir sempati ile yaklaşmaktayım o gün bu gündür.

Önceki yazı 289 – Direnç

Sonraki yazı 291 – Pazar tramvayları

289

291

Yorum bırakın