284 – Ahmakıslatan


7 Mart 2014

Atalar ne güzel söylemişler: “Akılsız başın cezasını ayaklar çeker” diye. Geçen gün bir kredi kartı ödemesinin son günü olduğunu akşam 8.30 gibi hatırlayınca, giymiş olduğum ev kıyafetlerini değiştirip dışarı giysilerini giyip akşamın bir vakti, üstelik gidip de dönmemek, dönüp de arabaya yer bulamamak gibi bir durum olduğundan, aynı zamanda da biraz spor olması adına yürüyerek yaklaşık on dakikalık yoldaki Carrefour alış veriş merkezine gitmeye niyetlendim. Hâlbuki eve gelirken aklıma gelmiş olsaydı, yol üzerinde işimi halledebileceğim pek çok imkân vardı.

Artık internet iletişimi bir hayli gelişmiş olduğundan, Meteorolojimiz de internetten öğrenip vaktinde bazı uyarılar yapıyor. İşte o gün de “akşamüstü saat beşten sonra gece yarısına kadar, sel tehlikesini vardırabilecek şiddette yağış beklendiği” haberini de radyodan duymuştum.

Giyinip pencereden baktığımda “hafif” bir ahmakıslatan yağdığını görüp üzerimdeki suni deri kaban ve cebimdeki gerekirse kafama geçirebileceğim bereme güvenip elimde yük olmasın diye şemsiye almadan yola çıktım. Bahçeye adım attığımda yağmurun beklediğimden biraz daha fazla olduğunu görmeme rağmen “tükürdüğünü yalamamak” düsturunca yoluma devam ettim. Bu arada ortaokulda iken Türkçe dersinde bir okuma parçasında geçen “düstur” kelimesini “destur” diye okuduğumda hem öğretmenimiz Mahir Bey hem de sınıf arkadaşlarımı bir hayli güldürdüğüm aklıma geliverdi bu kelimeyi kullanınca.

Aslında hedefim eve yakın olan ATM üzerinden işimi halletmek olduğundan gidip geleceğim mesafe çok olmadığından hesabım tutabilirdi ama ATM’lerin klasik, para alma kısmındaki arıza sebebiyle Carrefour içine kadar gitmem gerekti. Bu da hesapladığımdan iki katı mesafede olduğundan beklediğimden dört katı bir yolu yürümem gerekiyordu, yani dört katı fazla suya maruz kalmak.

Bu arada üniversitede okurken girmiş olduğumuz bir Fizik dersinde yağmur yağarken hangi hızla gidilirse ne kadar ıslanılır diye bir hesap da yapmışlığımız vardı. İnsanın, yağmurun tam tepeden değil de hem tepeden hem de karşıdan geldiği durumu incelemiş ve hangi hızla hareket edersek ne kadar ıslanırız diye hesaplamıştık. Sonuçta çıkan, karşıdan yüzümüze gelecek olan suyun miktarının gittiğimiz yol ile, tepemizden gelen suyun da suda kaldığımız süre ile orantılı olduğu idi. Yani koşarak gidersek tepeden aldığımız su miktarı azalacak ama yüzümüze vuran su miktarı değişmeyecek. Ben de delikanlılığa leke sürdürmemek adına koşmayıp, adeta ıslanmıyormuş gibi yaparak gidip döndüm. Eve vardığımda kafamdaki bere suyu iyice çekip artık saçımı ıslatacak kıvama gelmişti. Kaban her ne kadar dışarıdan gelen suyu içeri geçirmiyorsa da üzerinden akıtıp pantolonu ıslatmıştı. Üstelik önümü de kapattığımdan içeri hava almadığından içeriden yağmurlama yaptığından terden ıslanmıştım.

Vakti zamanında önce GırGır peşinden de GırGır dergisi zamanın magazin gazetecisi Ertuğrul Akbay’a satıldıktan sonra Hıbır ve Pişmiş Kelle dergilerinde yayınlanan, LATİF DEMİRCİ‘nin yaratmış olduğu müthiş karakter Muhlis Bey’in deyimiyle “Dışarıda hafif bir ahmak ıslatan yağıyordu. Adamakıllı ıslanmıştım” lafını gerçekleştirmiş oldum.

Seneler önce yapmış olduğumuz bir İtalya gezisine 4 arkadaş katılmıştık. Verona sokaklarını arşınlarken acayip yağan bir yağmurla karşılaşmıştık. Alışveriş merkezinde olduğumuzdan ıslanmamıştık ancak çıkıp da otobüse gidene kadar bir hayli su yemişliğimiz vardı. Grubumuzun elemanlarından Cüneyd de Muhlis Bey’in sözüne gönderme yaparak “dışarıda hafif bir ahmakıslatan yağıyor ama adamakıllı ıslandım” diyerek otobüse binince lafın espri olduğunu anlamayan bir kafile elemanı “Yok canım. Ne ahmak ıslatanı, bayağı sağanak yağmur var dışarıda” diyerek esprinin içine edivermişti.
Muhlis Bey deyince aklıma onun pek çok lafı geliyor. Üstelik henüz bir köşe karakteri olmadan önce kendi yazmış olduğu bir şiir vardı ki pek bir severim:

Yağdı yağmur
Çaktı şişmek
Şen de mi sair oldun
Heyt ulan be

Bir de tırtıllı bir şiiri vardır:

Dağdan indi bil tıltıl
Ağaçların yapraklarını yedi kıtıl kıtıl
Hain tıltıl, pis tıltıl
Niçin yedin ağaçların yapraklarını kıtıl kıtıl

Arkadaşım Fuad ile de bir keresinde evlerine yakın bir yerde Fatih Meydanı civarında buluşmak üzere sözleşmiş ancak ne hikmetse buluşamamıştık. Tabi o zamanlar cep telefonu diye bir şey de henüz icat edilmemiş olduğundan konuşamamış ve hüsranla evlerimize dönmüştük. Fuad da eve gidince kardeşine “Ben mi yanlış anladım, yoksa anlamadım mı?” diye bir Muhlis Bey özlü sözünü kullanmıştı.

1980 ihtilal sonrası YÖK kurulup da farklı üniversite ve fakülteleri birbirine bağlamaya başlayınca, İhsan Doğramacı’nın akıl hocasının aslında Muhlis Bey olduğu bir karikatür vardı. O zamanlar ben de Elektrik Mühendisliğinde okuduğumdan, fikirlerin arasında MuhlisBey_ihsanDoğramacıhukuk fakültesini spor akademisine, işletme fakültesini konservatuara bağlayın. elektrik mühendisliğini fişe takın.” teklifini gayet iyi hatırlıyorum.

Bir de, bir keresinde maç seyretmeye elinde kocaman bir cam ile gitmişti de tabi çekilen şutlardan biri illa ki cama gelip kırınca “Kabahat sizde değil, maça cam getirende” diyerek bir kızmışlığı vardır ki unutulamaz. Muhlis Bey’in kendini anlattığı bölümlerden birinde Güreşteki başarıları altında “rakibi olmadığı için kendisiyle güreşip yenilerek ikinci olması” vardır.

Aşık olduğu Yelis Hanım’ın oğlunu da kendisine çırak olarak almıştı. Dolayısıyla bir süre sonra köşenin adı da “Muhlis Bey ve Yavlum Mithat” olmuştu.

Panama bandanalı bir gemi, boyoz aşıklarında karaya osurdu” ve “Bu ne perhiz, bu ne bahama kuşkusu” diyerek Muhlis Bey’in özlü sözleri ile bu haftayı bitiriyorum.

Önceki Yazı 268 – Benzemez kimse sana

Sonraki yazı 285 – GırGır

283

285

Fuad der ki;

Efendim günaydınlar;
Gene kendime hakim olamayıp bir takım düzeltmelerde bulunacağım ve ardından, grubun liderinden
-“Aman canım, o kadar detayın ne önemi var?”
fırçasını işiteceğim ama, ne yapayım? Elimde değil.
1-) Matematik hatası: Varılması arzulanan noktaya varış mesafesi iki kart artınca, alınacak toplam yol da iki kat artar; dört kat değil.
2-) Muhlis Bey ifadesi hatası: Ufuk’la Fatih’te, Uçan Fatih heykeli civarında randevulaşıp da buluşamadan eve dönünce, kendisinin yazdığı gibi,
-“Ben mi yanlış anladım, yoksa anlamadım mı?”
değil, tam Muhlis Bey’in ifadesiyle
“Doğru mu anladim, anlamadim mi?”
demiştim. Bu da o sıralarda çok meşhur olan, Emel Sayın’ın söylediği “Kız sen İstanbul’un neresindensin?” şarkısını Mulis Bey’in “Kız sen İstanbul’un neresindesin?” olarak uyarlayıp ve sevdiği kadınla (Yelis Hanım) buluşamamasını anlatan bir şiirin nakarat kısmıydı.
3-) Bu arada, üstadın bir de hakkını verelim: Muhlis Bey’in şiiri olan
Yağdı yağmur
Çaktı şişmek
Şen de mi sair oldun
Heyt ulan be
okuyucuya hatasız olarak nakledilmiştir. Tebrikler.
4-) Satırları okudukça ben de “rakibi olmadığı için kendisiyle güreşip yenilerek ikinci olması” meselesini hatırlayıp, “yazayım” diye düşünmüştüm ki, sevgili dostumun yazdığını gördüm.
5-) O zaman, ben de Muhlis Bey’in unutamadığım başka bir repliğini yazayım: Muhlis Bey bir Türk filmi anlatmaktadır. Filmin jönünün adı her ne kadar Ferit’se de, çizgilerde Ferit’in aslında Mulis Bey olduğunu fark ederiz. Bu ikilem Mulis Bey’in şu muhteşem cümlesiyle doruğa çıkar:
-“Bunu duyan Ferit, derhal atıma atlayıp geri döndüm.
İşte böyle. Hayatımızdan bir Muhlis Bey geçti.

Murat der ki:

Bir düzeltme de benden; Elektrik Fakültesini fişe takın sözü doğrudur ancak Muhlis bey bunu direkt hitabına söylememiştir. O zamanlar YÖK yeni kurulmuş başkanı da rahmetli İhsan Doğramacı, Muhlis bey de her fırsatta Doğramacı ile zeka seviyelerinin aynı olduğunu ima edici espriler yapıyordu. Şöyle ki Elektrik Fakültesinin fişe takılmasında da Muhlis bey masanın altından İhsan Doğramacı’ya suflör olarak repliğini söylüyordu.

Hayırlı Cumalar

Yorum bırakın