209 – Hayvanat Bahçesi Lunapark


6 Mayıs 2011

Doğma olmasa da büyüme bir İzmirli olarak, üstelik de evimiz İzmir Fuarına yürüme adımı mesafesinde olduğundan çok şanslı bir şekilde İstanbul’a taşınana kadar neredeyse istinasız her hafta Fuar alanına giderdik. Serde de çocukluk olduğundan mutlaka uğradığımız iki yerden birisi hayvanat bahçesi diğeri ise tabidir ki lunapark olurdu. İşte bu yüzdendir ki hem hayvanat bahçesi gezmeyi çok severim, hem de lunapark deyince akan sular durur benim için. Bir yurtdışı gezisine gidersem, mutlaka böyle en az bir aktiviteye yer vermeye çalışırım.

Önce hayvanat bahçesi olayına girersem gezilerimizde çocuklardan önce ben atılıyorum geziyi ayarlamak için. Son Almanya gezimizde Berlin’deki Hayvanat Bahçesi gezimiz de bir hayli eğlenceliydi. Gerçi “çok bilen çok yanılır” hesabı çok şiddetli olmayan Almancam ile tier=hayvan, garten=bahçe sözcüklerini bildiğimden TIER GARTEN olan metro durağında BerlinTierGarten.jpgmetro vagonundan atlarcasına indik. Yalnız metroya binerken bizimle beraber aynı vagona binen ve Hayvanat Bahçesine gittikleri her hallerinden fazlasıyla belli olan çocuklu-öğrencili gruplardan hiç eser yoktu. Ben herhalde yanıldım ki onlar başka yere gideceklermiş derken, uzunca bir yürüyüşten sonra ki, yürüyüşümüz de bir ark çizerek olduğundan bir hayli uzun sürdü, bir sonraki metro durağı olan Zoological Garten’a kadar yayan olarak en az bir kırk beş dakikalık gecikme ile sonlandı. Almanların enteresan aile birliği biletleme sistemi sebebiyle iki çocuk iki büyük bilet fiyatımız, tek büyük bilet fiyatının yalnızca iki katı kadar tuttu. İçeri girdikten sonra öncelikle Burçak’ın ısrarlarıyla hayatta hiç canlı, etli kanlı olarak görmediğimiz Pandayı ziyaret etmek olmazsa olmaz bir enstantane olarak yerini aldı o günümüzde.

Daha evvelki Almanya ziyaretlerimden birinde firmam adına Hannover şehrine Fuar HannoverLabirent.jpgziyaretine beraberce gitmiş olduğum arkadaşım Jengiz ile kendimize verdiğimiz bir günlük tatilde önce Hannover Hayvanat Bahçesine uğramıştık. Muhtemelen yapmış olduğu bir yaramazlık yüzünden ayağından zincirle ağaca bağlanmış olan bir filin umarsız silkinmeleri ve ayağına bağlı zincirden kurtulma çabaları beni bir hayli sarsmıştı. Aynı gün daha sonra gezmiş olduğumuz parklardan birindeki maki benzeri bodur ağaççıklardan yapılma labirenti gezmek de benim için enteresan bir deneyim olmuştu.

İzmir Fuarında yer alan lunapark daha başka bir tanesini görmemiş olan bizler için ulaşılabilecek en müthiş lunaparktı. Ne zaman ki teyzemler bir yurtdışı ziyareti esnasında Viyana’da gidene kadar. Gitmiş oldukları lunaparkta bindikleri ROLLER COASTER için verilmiş isim olan ALP TRENİ benim için artık lunapark hayallerimi süsleyen bir ideal olarak yerini aldı. Bu trene binmekte olan bir Avusturyalı yakışıklı gencin peşinden koşarak gitmiş olan kuzenim Banu’yu yalnız bırakmamak için teyzemin de kendisine eşlik etmek zorunda kalmış olması onların daha sonraki anlarda yaşadıkları dehşet anları yüzünden biraz sancılı olmuş.

Benim hep Alp Treni olarak hayallerimi süsleyen roller coaster’a ilk binişim İtalya’da GardaLand.jpgGarda şehrindeki Gardaland adlı Lunapark alanında oldu. Burada bindiğimiz raylar üzerinde değil de raylara tutunarak giden tipte vagonlardan oluştuğu için LOOP THE LOOP olarak adlandırılan 360 derecelik dönüşü de yapabilen tiptendi. İşbu sebeptendir ki, İtalya’daki son boş günümüzde oraya gitmek istemiştik ama hem yolun uzak olması sebebiyle benzin yakılacak olması hem de bizler kadar istekli olmadığından hevesimiz kursağımızda kalmıştı.

Ama aynı sene gitmiş olduğum Yeni Dünya’daki ilk olarak uğradığım Orlando’daki Disneyland ziyaretim zevkin doruklarını yaşadığım bir lunapark ziyafeti idi. Gene aynı yolculuk esansında bu kez kuzenim Aziz ile gittiğimiz ve Amerika’daki adı SIX FLAGS olan sixflagslunapark da güzel bir deneyim oldu benim için. Bu geziler sonrasında pek çok kereler bu roller coaster’lara yani lunapark trenlerinden bindiğim bir kaçının özelliklerinden bahsetmek isterim. Her ne kadar yeni olanlarda insana farklı heyecanlar yaşatmak üzere heyecan katsayısını arttırsalar da benim favorim klasik trenlerdir. Yenileri aynı Fast-Food misali kısa ama daha yoğun, eskilerse uzun ve daha mutedil oluyorlar. Bunlarda ters dönüşler veya çok ani iniş ve çıkışlar yok ama biraz uzunlar. Dolayısıyla gemi kazalarında gemiyi ilk terk edecek olan kadınlar ve çocuklar da fazla korkmadan bunlara binebiliyorlar. Bunlarda gidilen yollar uzun olduğundan bir seferde daha fazla insan taşımak adına vagon sayısı çok tutuluyor. Böyle olunca da bir inişten inmeye başlayan trenin son vagonları inişe geçmeye başladığında tren en hızlı halini almış oluyor. Böylelikle son vagonda oturmak daha zevkli. Bir keresinde oradan inmekte olan birinin “Cehenneme giden vagon” diye adlandırdığı son koltuk hakikaten denemeye değer. Tüm vagonlar birbirine bağlı olup aynı hızda gittiklerine göre ne farkı var diyeceksiniz ama en yüksek hıza ulaşıldığında bir de aşağıya doğru hareket ediyor olmak insanın içini daha fazla ikircikliyor.

Trenlerin bir kısmı zifiri karanlıkta hareket ediyor. Böyle olunca insan nereye gideceğini göremediğinden en ufak bir salınım bile adamın aklını biraz alıyor başından. Ama gene de nereye gittiğini görerek gitmek daha zevkli. Başak ile son bindiğimiz trende etrafı biraz daha iyi görebilelim diye koltuklarımız yukarıdan bağlıydı ve ayaklarımız boşlukta sallanırken adeta uçuyormuş hissi alındığından diğer trenlere göre biraz daha ilgi olduğu için beklediğimiz uzun kuyruğunda geçirdiğimiz zamanı ben kendi adıma helal etmiştim.

RollerCoaster.jpgGene ilginç bir deneyimimiz bir tren formunda olmasa da binmiş olduğumuz vagon benzeri araç suda gidiyordu. Akmakta olan suyun akıntısı ve aşağıya doğru eğimle hareket eden vagon istem dışı ıslatmalar yarattığından araçtan inerken iç çamaşırlarımızın alt kısımları ıslanmış haldeydi. Sanki bilmiyormuş gibi parkı ziyaretimiz biterken tekrar girdiğimiz kuyruğunda o günkü son vagona yerleşirken hayli keyifliydik ama inerken de bir o kadar ıslaktık.

Bizim bu yukarıda anlatmış olduğum ikinci ıslanma olayının sebebi de muhtemelen ondan bir önce binmek gafletinde bulunduğumuz 60 metre yüksekliğiyle civardaki en yüksek eğlence kulesi olmasına önem vermediğimiz Dehşet Şatosu idi herhalde. Biz bir korku tüneline bineceğiz derken bindirildiğimiz koltuklarda üstten ve alttan bağlanmış olduğumuz koltuklarımızla beraber önce roket gibi havaya yollanışımız yetmezmiş gibi peşinden de aynı hızla yere doğru yönlendirilince etraftaki “Yusuf Yusuuuf” sesleri birbirine karışmaktaydı.
İnşallah gene bu konuya geri döneriz.

Sonraki yazı 225 ÇİZGİ ROMAN

208

210

Yorum bırakın