197 – YILBAŞI


31 Aralık 2010

İlk 10 yıl
Zaman ne kadar da hızlı geçiyor. Aradan tam on sene geçmiş şu meşhur ve meşum Y2K sendromunu yaşayalı. Yani bilgisayarlar ilk kullanılmaya başladığı genellikle de miladın 1980 yılı olarak anıldığı zamandan sonra kolaylık olsun diye girilen iki basamaklı yıl bilgileri tabi 2000’li yıllara girerken başa bela olacak gibi görünmüştü. Çünkü 1995 yılını 95 olarak giren zihniyet 2000 yılını 00 olarak girince 95 sıfırdan büyük olduğu için insanlar yüz yıl geriye gitmeseler de bilgisayarlardaki programlar öyle telakki ettiğinden çeşitli sorunlara yol açacaktı. Hatta her ihtimale karşı 1999’u 2000’e bağlayan gece uçuşu olanların onu erteletmesi veya yağmur duasına çıkar gibi rötar duasına çıkıp uçuşun kalkışını geciktirip yeni yıl girdikten sonra uçakların kalkışı sağlanırsa havada uçmakta ve kontrol kulesince görülmekte olan uçakların kelek bir yazılım hatası yüzünden aniden ekrandan kaybolup sorun yaşamamasını öneriyorlardı.

Şirket olarak biz de bu 2000 yılı sendromundan az nemalanmamıştık. Çünkü sattığımız kamyon kantarlarında kullandığımız yıl bilgisi iki basamaktan oluşuyor ve hatalı giriş yapılmasını engellemek için cihazın üretim tarihinden daha eski bir tarihin girilmesini olanaksız kılıyordu. E tabi 2000 yılı gelince 100 olarak girilemediğinden 00 olarak girildiğinde sayıların tabiatı gereği en küçük sayı olan 0’ı kabul etmeyeceğinden biz cihazlarımızda tarih kullananlara yeni program yükleme misyonunu edinmiştik. Tabi küçük bir ücret karşılığı.

İşte o bin dokuz yüzlü yıllardan iki bine geçerken böyle sorunlar yaşanmıştı. Bir de iki bin senesini yeni milenyumun ilk senesi olarak idrak edenler vardı ki fena halde yanılıyorlardı. Çünkü o ikinci milenyumun son senesiydi. Ne kadar da çabuk geçmiş yirmi birinci yüzyılın ilk yüzde onluk kısmı.

Geriye dönüp bu on senenin muhasebesini yaptığımızda hayatımızda neler de değişmiş görmek insanı fena halde şaşırtıyor. Bu on yıllık arada her iki babamı da kaybettim. Kendilerine buradan rahmet diliyorum. Kayıpları söyleyip üzmek istemiyorum ama hatırlamakta hatta iyi olarak hatırlamakta bir fayda var diyorum.

Kayıpları bir kenara koyarsak yeni milenyumun ilk onda birinin ilk onda birinde kazanımlarımız da bir hayli var gibi görünüyor. Öncelikle benim için üç kişilik olan ailem dörde çıktı. Pek çok arkadaşım bu on yıllık sürede evlendi, pek çoğunun da çocukları olup çekirdek aile durumuna geçtiler. Bir devrim niteliğinde UEFA şampiyonluğu ve süper kupa sahiplenmesi yapan CimBom’un peşi sıra Milliler de Dünya ve Avrupa üçüncülüğünü kazandılar ki coşkular maçların oynandığı zamanlarda zirve yaptı. Bu arada “Yetmez Ama Evet” diyenler kazandı ama neyin yetmediğini, neye evet dediklerini ben bir türlü anlayamadım.

Yarışsız yarış
Bu on senede fişek gibi bir yelkenci oldum çıktım. Her sene yaz sonu bildiğiniz ve okuduğunuz üzere Bodrum’a gidip yelken yarışlarına katılıyoruz. Üç hafta önce de bildiğiniz gibi bu kez biraz geç bir yarış için Bodrum’a bu kez zemherinin karakışında gittik. Yarışa gitmeden önceki hafta yirmi derece civarında seyreden hava sıcaklığı her ne hikmetse yerini on derecelik bir soğuğa ve sıkı bir fırtınaya bıraktı. Halbuki bizim uçakla İstanbul’dan çıkarken terk ettiğimiz soğuk havaya rağmen indiğimizde karşılaştığımız limonata gibi hava, sanki hava tahmincilerini yalanlar gibiydi.

Akşam grubun tüm üyeleri Bodrum’a vardıktan sonra yaptığımız en isabetli ve zevkli şey tabidir ki Sünger Pizza’ya uğramak oldu. Bu uğrayışın semeresi olarak da yudumladığımız balık çorbasının lezzetini daha önce de defalarca anlatmış olsam da şu yazıyı klavyeye aldığım anlarda bile hala daha ağzımı sulandırdığından bu güzel tadın bize ulaşmasında katkıları olan balıkları tutanlardan temizleyenlere, pişirenlerden servis edenlere ve bizim bu tadı almamıza vesile olan Serhat Beye buradan selam ediyorum. Balık çorbasının tadı damağımızdayken otelimize geri dönüp henüz hala daha limonata kıvamından sapmamış olan havanın ertesi gün de devam etmesi temennisi ile oteldeki odalarımıza çekilip ertesi gün için dinlenmeye geçtik.

Sabah, kış yarışı olması sebebiyle saat dokuzda olan brifinge gitmeden önce açık büfede tabaklarımızı ve fincanlarımızı defalarca doldurup büfenin açık olmasının hakkını sonuna kadar kullandık. Brifingde yarışın güzergâhından daha çok rüzgârın gücü konuşuldu. Tekneler marinada olmasına rağmen arada bir kırk knot’lara (knot=deniz mili, yani 60 kilometreden fazla) vuran rüzgâra rağmen komite yarışı iptal etmeyeceğini, ama Liman Başkanlığının kararına saygı duyacaklarını belirttiler. Biz de yarışa çıkınca acıkıp susayınca ikmal edeceğimiz malzemelerin tedarikine giriştik. Ancak biz daha bilgilendirme mekânından ayrılıp tekneye gelene kadar Liman başkanlığı yarışın bugünkü etabını iptal etmişti.

Bizler de madem yarışamıyoruz bari teknede biraz vakit geçirelim de hiç olmazsa geldiğimize değsin dedik. Tekne daha çok güzel havalarda ve seyir halinde kullanıldığından iç mekânlar olabildiğince küçük, bizim grup da sekiz kişi olmasına rağmen cüsse olarak hem enine hem boyuna gayet yapılı olduğundan oturma odası olarak kullanılan salon, salomanje olmasına rağmen ortadaki masanın etrafına fincan gibi dizildiğimizden verdik kendimizi çekirdeğe. Bu arada yarışta kim nasıl gidebilir, kim kime yol vermek gibi konuları bitirdikten sonra herkes eline bir parça kalın ip veya halat parçası alıp denizci düğümü atma çalışmalarında bulundu. Yani yarışa gidip yarışamasak da en azından en hızlı gemici düğümü atan grup olduk çıktık. Biraz daha oyalandıktan sonra ertesi gün havanın iyileşmesini dileyerek tekneyi terk ettik.

Ertesi sabah da mükellef bir açık büfeden sonra gene brifinge geldik. Hava bu kez düne göre daha az bulutlu ve bol güneşli ama gene de yarışma komitesinin yarışma kararının gene Liman Başkanlığına bırakıldığının bilgisiyle gene tekneye girip düğüm atma çalışmalarına devam edildi. Bir evvelki gün Liman başkanlığı daha canı tez davranmış olsa da bu kez kararı saat on bire kadar vereceği dolayısıyla da biraz olsun ümidimizle telsizden gelecek anonsu beklemeye başladık. Yalnız Marina içerisinde tekneler rüzgârdan sürüklenip birbirlerine çarpmasınlar diye tüm tekneler karşılıklı olarak da birbirlerine bağlanmışlardı. Yani biz tekneyle koya açılmaya karar versek, liman ağzına varana kadar belki de yetmiş seksen tane karşılıklı bağlanmış halatların çözülüp biz geçtikten sonra tekrar bağlanmaları, döndüğümüzde de aynı işin bu kez tekneyi yerine sokmak için tekrar edileceği bir durum vardı ve bunun bizim gibi farkında olan Liman Başkanlığının yarışın ikinci etabını da iptal etmesi fazla uzun sürmedi.

Artık yarışamayacağımız anlaşılınca teknede yapılacak fazla bir şey olmadığından kalkıp önce Liman Köftecisinde köftelerimizi yiyip Bodrum kalesini gezmeye gittik. Yani yarışamamıştık ama bir kültür hareketi gerçekleştirmiş ve en azından Karyalı Prensesi ziyaret etmiştik.

Hava zaten soğuk ve rüzgarlı iken bir de Bodrum kalesi gibi yüksek bir yere çıkınca her bir taraflarımız dondu ve ben de padişaha “En soğuk kış günü çıplak olarak tekneyle boğazı geçebileceğini” iddia eden İncili çavuşu hatırlayıp kendisiyle müzeyi gezerken kendisiyle o esnada ne kadar da benzeştiğimi idrak ediverdim. Padişah “bu kadar kürke rağmen burnum hala üşüyor” dediğinde “Padişahım benim de sıcak tek bir yerim var. İsterseniz onu oraya takarsak hiç üşüyen yeriniz kalmaz” diyerek cevabı yapıştırıvermiş.

Hepinize üşümeden geçireceğiniz bir kış diliyorum.

Sonraki yazı 198 İSİM

196

198

Yorum bırakın