171 – CUMA yüzmeleri


28 Mayıs 2010

Kendimi bildim bileli yazları suda geçirmeyi ve yüzmeyi çok severim. Denizle ilgili ilk hatıralarım denize bir tarafı kırmızı, bir tarafı beyaz simidimizle girdiğim günlerdi. Deniz kenarında, hatta, babamın 8mm film makinasıyla çektiği bir filmde denizden belimde bu bahsettiğim simitle çıktıktan sonra elimi bırakıp hafiften bir kalça hareketiyle simidi basenimden aşağı kaydırdığım bir sahne vardır.

Şimdi yüzmeyi bırakıp da film çekmeye dönersek, babam her ne kadar Diyarbakırlı olup orada büyümüş olsa da sonradan üniversiteyi okumak üzere geldiği İstanbul’da teknolojinin ve yeniliklerin neredeyse öncüsü olmak şeklinde yeni çıkan ve henüz herkesin sahip olmadığı pek çok şeyi bizimle tanıştırmıştı. Bu yukarıda bahsettiğim 8mm film makinası da bu teknolojik aletlerden biriydi. Kodak markalı bu makinanın filmleri o zamanlar normal olarak dükkânlarda satılmayan Amerikan Pazarı olarak adlandırılan yerlerde bulunurdu. Kompakt bir kasetin içerisinde olan film çekilmek üzere cihazın arkasındaki yuvaya konur, aynı şimdiki kameralar gibi üst tarafında zum yapmak için yaklaştırma ve uzaklaştırma yapmaya yarayan kol ve sapın hemen önünde çekmeye yarayan deklanşör bulunurdu. Kasetin içerisinde ne kadar film kaldığı yan taraftaki pencereden görünür ve kalan son birkaç on santimlik bölümündeki parçayı bitirmek için çeşitli şebeklikler yapardık. Tabi arada çocuk inatçılığı tutar ve ya hareketsiz durulur veya yüzümüzü kapatıp poz vermemeye çalışırdık. Böyle olunca da babam bize kızar, sonuçta film bitirilir ama keyifler de kaçardı. Hâlbuki filmleri çekmek esasen keyiflenmek için bir sebepti. Film bittikten sonra kaset arka kapak açılarak çıkartılıp kasetin kutusunda bulunan ve dönüş parası ödenmiş olan sarı zarfa yerleştirilip ağzı yapıştırılmak yerine teneke iki parçadan oluşan kapak kilidinin karşı taraftaki zımbalanmış delikten geçirildikten sonra her iki tarafına eğmek suretiyle kapatılırdı. Zarfın üzerinde Almanya adresi zaten basılmış olduğundan biz kendi adımızı ve adresimizi zarfın arka tarafına yazardık. Filmin banyosu için ekstradan bir para ödenmezdi çünkü fiyata dahildi bu hizmet. Postayı gönderdikten iki hafta sonra da postadan film gelirdi.

Hatırladığım kadarıyla da bu filmlerden yolda kaybolan bir tane bile olmamıştı. Film postacı tarafından getirilince seyretmek için akşam babamın daireden eve gelmesini beklerdik. Her ne kadar film seyretmek için salonun ortasına açılan portatif perdeyi genellikle ben kurup yerleştirsem de babam gelmeden filmi seyretmeye başlamazdık. Bu 8mm filmleri seyretmek için kullandığımız gösterge cihazı da ortası tombik bir lambanın iyice ısınarak parlamasının yanı sıra karelerden oluşan filmin uygun hızla ışığın önünden geçerken lambanın önünde olup da senkronize bir şekilde açılıp kapanıp karelerin tam ışık önünde olduğu anda parlatılarak perdeye yansımasını sağlayan açıp kapama sisteminin getirdiği bir çıkı çıkı sesi sessiz olarak çekilmiş olan filmin doğal sesi olarak odada çınlardı. Ve enteresandır film seyrederken makinanın bu büyülü sesini bozmamak için pek konuşmazdık.

Yüzmeye geri dönersek işte kendimi bildim bileli yazları suda geçirdiğim için yüzmeyi çok çabuk öğrendim. Ama simidi atmak çok da kolay olmamıştı. Babam hep kendisinin iyi yüzdüğünü anlatır ve askerliğini yaparken en kıdemli yedek subay olduğu için sorulduğunda tabidir ki iyi yüzme bildiğini belirttiği için gölün en uzak noktasına bırakıldıklarını ve yüzmeye başladıktan sonra kesildikçe soluklanmak için durduğunda diğer çocukları da, emirle durduğunu anlatırdı.

Simit sonrası ilk yüzmelerim suyun altından olmuştu. Derin bir nefes aldıktan sonra suya dalınca zaten suya batma veya nefes alamama gibi bir sorun olmadığından yüzmeye konsantre olunabildiği için önce tekniğimiz böyle geliştirip sonra da yüzerken nefes alabilmeyi öğrenmiştim.

Alsancak’a taşındıktan sonra aynı blokta oturduğumuz Sabri ve Sadri Özün kardeşlerin 1971 Akdeniz Oyunları sonrası İzmir’e yapılan tesislerden babalarının yüzme antrenörü olmaları dolayısıyla kolaylıkla faydalanabiliyorlardı. Ve bir süre sonra da Türkiye rekorları kırmaya başlamışlardı. İşte tam o sıralarda okulda yüzme seçmeleri yapılacağı açıklanmıştı. Ben de yüzmeyi bilen ve kendimce de iyi bilen biri olarak adımı yazdırdım. Bir kış günü elimize mayolarımızı alıp Atatürk Yüzme havuzunun kapalı kısmına gidip hazırlandık. Daha ne olduğunu anlayamadan haydi atlayın deyip bizi suya saldılar. Ben Ege’nin tuzlu suyuna alışkın olduğumdan havuzun tuzsuz suyunun kaldırma gücü daha az olduğundan bir süre sonra kesilmiş ve kulvarları ayıran toplara tutunup beni havuzdan çıkarmalarını beklemiştim. Bu seçmelerde diğer arkadaşlarımın bir kısmı benim akıbetime uğrasalar da bir kısmı istenilen mesafeyi yüzmüşler ama gene de seçmelerden başarıyla ayrılamamışlardı.

Ben de bundan sonrasını amatör bir yüzücü olarak geçirmeyi seçtim. Ve ayıptır söylemesi bir amatör olarak iyi yüzerim. Ama sudan hala daha tırsarım. Yüzerken seçtiğim yerler hep kumluk ve aşağısı aydınlık olan yerlerdir. Aşağıda yosundan dolayı bir karaltı olursa kesinlikle o yüzmeden bırakın zevk almayı, işkence görüyormuşum gibi hissederim. Nedense aşağıdan hep bir yaratıklar gelecekmiş gibi hissederim.

Miami ziyaretim esnasında girdiğim plajın sadece üç beş metre açığına kadar ilerleyip olası bir köpekbalığı saldırısına karşı da önlemimi almıştım.

Mum dibine ışık vermezmiş ama kızlarım da aynen benim gibi yazları hep deniz kenarında geçirdiklerinden dört yaşlarından beri yüzmeyi becerip küçük birer su kuşu haline geldiler.

Sonraki yazı 173 MEDYA

170

172

Yorum bırakın