161 – Şeytan


19 Mart 2010

Kayınpederim İsmail Sarıtaş‘ın çok hoşuma giden bir hikâyesi vardı. Bir yerde köylüler kötü giden her şey için Şeytanı suçlayınca Şeytan isyan etmiş ve her şeyin kendi yüzünden çıkmadığını ispat etmek için hiç bir şey yapmadan onları seyredeceğini söylemiş. Köylüler de normal bir çalışma günü tarlalarında ve çiftliklerinde çalışmaya başlamışlar. Köylülerden tarlasında çalışmaya giden biri de ineğini bir kazığa bağlayıp tarlayı ekiyormuş. Köylülerin bu çalışmalarını seyrederken canı sıkılan Şeytan gidip ineğin kazığa bağlı ipini gevşetmiş. O esnada miskin miskin otlamakta olan inek de bağı çözülünce sanki yediği otlardan farklıymış gibi biraz daha ötedeki ot, biraz şuradaki ot derken yan komşunun otlağına girip oradaki otları yemeğe başlayınca önce otlak sahipleri arasında ağız münakaşası şeklinde başlayan tartışma sonunda birkaç kişinin ölüp yaralandığı bir çatışma haline gelmiş. Olaylar yatışıp da bitince bir durum muhakemesi yapan köylüler

Gene Şeytan yaptı yapacağını

deyince Şeytan

Vallahi ben bir şey yapmadım. Sadece Sarı İneğin bağını gevşetiverdim

deyivermiş. Yani öyle durumlar oluyor ki ineğin ipini gevşetmek bile nelere yol açabiliyor.

Buraya nereden geldim. Kayınvalideme baldızımın aldığı televizyonu kurmak üzere servis gelecekken, doğal bilirkişi olarak bendeniz seçildim. Adamlar işlerini bitirdikten sonra “1 ay içerisinde televizyonda bir sorun olursa orijinal kutusu içerisindeki cihazı yenisiyle değiştirileceğini, aksi takdirde garanti kapsamında tamir edeceklerini” söyleyince kutuyu adamlarla gönderme fikri suya düşüp kutuyu saklamak olgusu ortaya çıktı.

Klasik Türk evinde kullanılmayan eşyaların konduğu en önemli mekân olan yatak altı benim ilk aklıma gelen yer oldu. Her ne kadar Kaynanamın yatağın altında bulunan ayaklar yüzünden kutunun sığmayacağı yönünde uyarıları olduysa da, benim şeytan tarafından Sarı İneğin ipinin gevşetilmesi yönünde uyarılmış fikrim, yatağın ayakucundan sokarsak, kutunun sığacağı şeklindeydi. Ve bir fikri sabit olarak karşımda duruyordu. Yalnız yatağın arka tarafından kutuyu sokabilmek için ahşap çerçevenin yan bölmelerini çıkararak arka kısmını ayırmak gerekiyordu. Önce sol taraftaki parçayı çıkarıp yatağın altını görünür hale getirdim. Hakikaten kutu yandan sığmayacaktı ama arkadan girerse, alttaki iki ayak arasından girme ihtimali, bana göre, kuvvetliydi. Neyse ben yan parçayı çıkarıp yanda gardıroba dayadım peşinden de arka parçayı çıkarıp kutuyu alttan yatağın altına itiverdim. Dışarıda kalan son 25 santimlik bölüme gelene kadar her şey planladığım şekilde gidiyordu, inek de henüz komşu tarlaya geçmemişti. Ancak ne var ki kutu alttaki ayaklara dayanmıştı. Hemen diğer yana geçip kutuyu ayağın o tarafta kalanından kurtarıp birkaç santim daha itiverdim ama sol tarafa geçtiğimde kutunun yaklaşık bir beş santimle diğer ayak tarafından tutulduğunu gördüm. Yani başa dönmüştük ve kayınvalidemin dediğine gelmiştik, inek de çiti aşıvermişti artık. Kutu yatağın altına sığmayacaktı. Bu durumda yapılması gereken en normal şey kutuyu geri çıkarmaktı. Ama nedense ben bir elimle kutuyu çıkarırken diğer elimle yatağın tahta mobilyasının yan kenarını dayamış olduğum gardıroptan çekmeye çalıştım. Ama burada acele edip de dikkat etmediğim için dik durduğu zaman boyu 2 metreyi bulan parça ne yazık ki tavandan sarkan avizeyle sıcak temasta bulundu. Önce cam ile tahtanın birlikteliğinden sert bir ses çıktı ama bu cam kırılma sesi değildi. Hatta sallanmasın diye hemen uzanıp avizeyi tuttum. Ama kutuyu çıkarmak üzere eğildiğimde dilimlerden oluşan avizenin üç parçası önce yatağa oradan da halının üzerinde düştüğünü ibret ve esefle izledim. Kafayı kaldırdığımda 7 parçalık dilimlerden oluşan avizenin dört parçası yerinde duruyor olarak görmek, o an için boş kalan kısmının da yerdeki üç parça olduğunu anlamak için benim gibi üniversite bitirmek gerekmiyordu. Ne yazık ki tahtanın darbesiyle camı kırmış ve avizeyi pert etmiştim. İnsanlık hali olarak gayet anlayışlı davranan kayınvalidem bana “Ben ‘Sana Dememiş Miydim’ demeyeceğim” lafını kullanmadan canımın sağ olmasını ama elimizin ve ayağımızın kesilmemesi için camları kaldırmamızı ve kırık cam parçalarını süpürmemiz gerektiğini söyleyip hemen süpürgeyi getirdi. Ben önce üç parçaya ayrılmış avizenin camlarını bir araya getirdim peşinden de yerdeki cam kırıntılarını süpürüp kutuyu yerinden çıkardım.

Yani adamların televizyonu kurup gitmelerinden sonra geçen on dakikalık süre esnasında durum düzelmediği gibi bir de daha kötüye de gitmişti. Yani hem kutu dışarıda saklanmayı bekleyecek yerini bekliyordu, hem de yerdeki camları attıktan sonra avizenin üzerinde kalmış camların olası bir enerji birikimine sahip oldukları için düşme tehlikesi içerdiklerinden sökülmesi gerekiyordu. Tabi şeytan gene işbaşındaydı. Avizeyi çıkarmak üzere ulaştığım ampul önce zaten yanar hali yeni geçmiş olduğundan sıcaktı, üstelik yukarıdan sökmek için tornavidayı sokup da çevirmeye çalıştığım klemensin vidası yalama olmuştu. Hem ampulün, hem de yapmış olduğum merkepliğin sıçrattığı sinirimin soğuması için avizeyi olduğu gibi bırakıp evde kutuyu koyacak yer aradık, sonunda bulduk ama burayı daha ben yatak altını denemeden bulabilseydik diye vicdan azapları içine keşke içeren iç seslerle karşıladım. Sonuçta kutu yerine konmuş, avize yerinden sökülüp üzerinde kalan cam kısmı çıkarılıp tekrar yerine takılmıştı ama sarı ineğin ipini çözen şeytan gene yapmıştı yapacağını.

Eskiden akşam yirmiüç haberlerinden sonra radyoda “şimdiki aklım olsaydı” diye bir radyo programı yayınlanırdı. Daha sonraları müziğini Moğollar’ın yapmış olduğunu öğrendiğim ve ismi “Sihirli Ay” olan arka fona sahip programda da hep böyle pişmanlıklardan bahsedilirdi. Bir radyo tiyatrosu kıvamında dramatize edilen, genellikle sonunda ya bir evliliğin sona erdiği ya da etkilenen kişinin dünyasını değiştirdiği olaylar anlatılırdı. Kahramanımız önce “şimdiki aklım olsaydı” diyerek başladığı konuyu bir fleş-bek olarak bize yansıtırdı. Başta hüzünlü olan ses, konuya dönüldüğünde önce cıvıltılı olur, daha sonra şimdiki aklı olsaydı yapmayacağı koşulları yaratır ve sonuçta artık istenmeyen olaylar olur ve dış ses gene “şimdiki aklım olsaydı” diyerek olayı bitirirdi. Bu tabi her akşam olmazdı çünkü bu kadar damardan acıyı kaldırmak kolay değildi.

O zamanlar bahsetmiş olduğum bu radyodaki Yirmiüç haberlerinden sonra bir de “Denizcilere Uyarı” başlığı altında “Seyir, Hidrografi ve Oşinografi dairesi başkanlığından” duyuru verilirdi her gece. Ne enteresandır ki ben seneler sonra askerliğimi yapmak için Deniz Kuvvetlerinin bir neferi olmasam da bir asteğmeni olarak bu birliğe yani Seyir, Hidrografi ve Oşinografi dairesi başkanlığına, üstelik Oşi Şubeye gönderilmiştim. O zaman da anlamıştım ki bu duyurular bana ne kadar sıkıcı gelse de denizde seyreden ve avlanan araçlar için çok önemli.

Bu radyo günlerinden bana miras kalan ve hala daha vermekle hem gurur duyduğum hem de biraz geciksem rahatsızlığını hissettiğim kan vermemi teşvikle başlayan kan anonslarını artık radyolardan dinleyememek beni üzüyor. Çünkü daha sonraları pıtrak gibi artan özel hastanelerin bu olayı suiistimal ettiği ve kan anonsu ayağıyla bedelsiz reklâm yaparak isimlerini duyurduklarından dolayı bu anonsların kaldırıldığını duymuştum. Hâlbuki herkes benim gibi eğer gücü yetiyor ve sağlığı da elveriyorken en azından arada sırada ineğin ipinin sökülmesi bahasına şeytana uyup kan verse de böyle bir uyarıya gerek duyulmadan lazım olan kan bulunsa diyor ve başlığımıza uygun bir tümceyle bu haftaki olaya noktayı koyuyorum.

Hepinize şeytana uymadığınız veya uysanız bile sonucunda şeytana uyduğunuzun anlaşılmayacağı sağlıklı mutlu günler diliyorum.

Sonraki yazı 162 ON İKİ

160

162

Yorum bırakın