160 – Basketbol


12 Mart 2010

Büyük kızım, Başak, bu sene aniden okulda basketbol takımına seçildi. Bu arada Çarşamba akşamları bir de voleybol antrenmanına kalmaya başladı ki artık ben iyice şaşırdım. Çünkü daha geçen seneye kadar Başak toptan çekinen bir çocuktu. Onun tersine bense top ile oynanan oyunlardan fazlasıyla zevk alan ve yaş gereği beyin-uzuv haberleşmesinde yaşanmaya başlayan gecikmeyi saymazsak hepsini denemiş ve oynamış biri olduğumdan Başak’ın bu topa olan çekingenliği beni üzüyordu. Neyse ki sınıfındaki uzun kızlardan biri olması sebebiyle basketbol takımına seçilmesiyle içim biraz rahatladı.

Benim topla ilk tanışmam Karşıyaka’da sokakta başladı. O zamanlar sokaklar ve sokak aralarında yanmış veya yıkılmış eski evlerin boşalttığı hatta belki de hiç üzerine bina inşa edilmemiş olan arsalarda futbol oynayarak başlamıştı. İlkokulda ders başlamadan çantalardan yaptığımız kalelerde, sokakta ise ya üst üste konmuş taşlarla bazen de kullanılmış, boş meyve sandıklarından yaptığımız kalelerde minyatür kale maç yapardık.

İzmir’de olduğumuz esnada oynadığımız toplar kötü-sert plastikten, şişirilme imkânı olmayan ve delindiğinde direkt sönen tipten olurdu. Daha sonraları mahalle arasında onbeş liralık top olarak adlandırılan üzerinde sipobu bulunan ama şişirilip şişirilmediğinden şu anda çok da emin olamadığım toplar satılmaya başladı. Bu topların dışı biraz daha kalın olduğundan hem daha sağlamdılar hem de daha iyi sekebiliyorlardı.

Yazları geldiğimiz ve yaklaşık birbuçuk-iki ay esnasında babam bizi önden yollar, dönüşümüze bir hafta kala da kendisi gelir annesini ve kayınvalidesini ziyaret edip bizi toplayıp geri dönerdi. İşte bu gelişlerinden birinde bana meşin bir top almıştı da mahallede iyice bir havam olmuştu. Topun kıymetini iyi bilsem de arkadaşlarımla beraber oynarken çit olarak bahçe etrafına çekilmiş bir dikenli tele rastladığında mevta olmuştu sarı-kırmızı renklere sahip topum. Esasen bir yaz boyunca kullandığımızı zannediyorum çünkü patladığında üzerindeki derinin sadece dikiş yerlerinde renklerinden iz kalmıştı. Altıgen olan deri parçalarının orta yerleri tekme yemekten sıyrılmış ve çıplak kalmıştı.

Küçük topları alışımın dışında, babamın bana aldığı bir başka top da o zamanlar Voit ve Mikasa gibi profesyonellerin kullandığı marka değil de yerli olarak üretilen Molten markaydı. Benim boyum da arkadaşlarımın arasında uzunca sayılabildiğinden babam bunu bir avantaja çevirebilmek için basketbol topunu almıştı. Ancak mahalle aralarında basketbol oynama şansımız olmadığından bu topla ilk olarak yazlığımızdaki basketbol sahasında oynama fırsatı bulmuştuk. Hatta aynı sene bizde misafir öğrenci olarak iki ay yaşayan Amerikalı kardeşim Audrey bize bu topla beyzbol oynatmaya çalışmıştı. O zaman hiç anlayamadığım beyzbolu hala daha anlayabilmiş değilim.

Biz İzmir’de otururken Alsancak’ta bulunan Nato karargâhında görevli Amerikalı subayların çocuklarını Amerikan futbolu kıyafetiyle görmemiz dışında bu oyunu ilk defa Amerika’da seyretmiş olmakla beraber, hiç oynamamış olsam da, çok basit olan kurallarını hemen anlayabildiğimden çok keyifle televizyonda yayınlandığında seyredebiliyorum.

Amerika’ya gittiğimde her ne kadar Amerikan futbolu oynamasam da kuzenim Aziz’in arkadaşlarıyla büyük kale futbol oynamışlığım vardır. Bu tip oyunlarda fazla çalım yapmayı, varyasyon çekmeyi sevmediğimden defansta belkemiği vazifesiyle oynar olduğum bir oyunda aniden bir zekâyla defanstan aldığım topla çıkarken önce önümdeki adamın bacak arasından geçirip peşinden gelen adamı da ben topun yönünde hızla gitmekte olduğumdan bir tarafından atıp diğer tarafından geçerek yaptığım atak diğer oyuncular tarafından hayranlıkla karşılansa da golü atması için pası uzattığım moron’un beceriksizliği nedeniyle takımımız bir golden olmuştu ama diğerlerinin gözünde uzaklardan gelme futbol virtüözü olarak epey bir yücelmiştim.

Basketbola tekrar dönersek, fandımental olarak adlandırılan temel eğitimi almadığımdan top sürme konusunda çok başarılı olmasam da havadaki topu kapmak üzere zıplarken edindiğim çift elle sıçrama yeteneğim sayesinde ribauntlarda diğerlerine bir el fazla savaşma avantajım sebebiyle hep başarılı olmuşumdur. İşte bu yüzden, lise ikinci sınıfta okurken bir gün okul turnuvasında oynayacağımız maç öncesi sınıf başkanı, dolayısıyla da otomatik olarak takım kaptanı olan Somer beni takıma seçmiş ve oynadığımız her iki maçta da ilk beş çıkıp tam süre oynamıştım. Sayı üretkenliğim her ne kadar pek bir kısır olsa da (iki maçta toplam sıfır sayı), köpek adam modundaki yırtıcı adam savunmam yüzünden tuttuğum adamlar da pek bir kısır kalmışlardı.

Yazlıkta geçirdiğim bir yaz esnasında “Artur Basketbol Turnuvası” olarak yapılan faaliyette benimle oynayıp takım kuracak kadar sayıda arkadaşa sahip olamadığımdan turnuvaya katılan bir takıma yedek oyuncu olarak başvurup kabul edilmiştim ama beklediğim sakatlık olmadığından oynama fırsatı bulamamıştım. Takımın adı da “abur-cubur” benzeri bir isme sahipti ama ne kadar zorlasam da hatırlayamadığımdan yazamıyorum. Ama neredeyse aynı saçmalıkta bir isme sahip olan Suadiye’de babaannemlere gittiğimizde evin arkasındaki arsada bulunan futbol sahasının sahibi mahalle takımı Cibidiksporun ismini hafızamdan hiç çıkarmadım.

Lisedeyken son iki sene teneffüslerde sıralar üzerinde para maçı yapsak da bazı günler lisenin “Olimpiyat” adı verilen ve ısınmada kullanılan yakıtın depolandığı mekânın üzerinde yer alan etrafı yarım metre yükseklikte duvarla çevrili çini kaplı havuz misali yerde top oynardık. Kenarlarında duvar olduğundan topun dışarı gitmesi için biraz abanmak gerekse de normal şartlarda top dışarı çıkmadığından top oynamak zevkli olurdu ama aşağının hem havalandırmasını hem de yakıt alınırken hortumun girmesini sağlayan iki tane açılır pencerenin Olimpiyat’ın tam ortasında yer alıyor olması topun bazen yön değiştirmesine dolayısıyla da oyunun gidişatını değiştirebiliyordu. İşte ben bu kadar çok futbol oynasam da sınıf takımında oynamak ya kısmet olmamıştı ya da ben hep çekingen kalıp oynamamayı seçmiştim. Okulun bitmesine bir ay kala havalar da artık ısınmaya başladığı bir zamanda sınıf takımının kaleciliğini yapan arkadaşımızın rahatsızlığı sebebiyle kaleye geçmeye talip olmuştum ve tek bir maça çıktıktan sonra başka bir maç yapılmadığından hevesim kursağımda kalmıştı.

Hemen peşinden başladığım üniversitede hafiften oynamaya yeşillenmiş olsam da oyunun lisedekine pek benzememesi ve şansıma bizim sınıfta yer alan Hakan arkadaşımın amatör bir futbolcu olarak kalede oynaması benim bu hevesimin yok olmasına yol açmıştı. Lisans eğitimimin sonrasında devam ettiğim işletme fakültesinde ise sınıf arkadaşım olmasından gurur duyduğum, Örovizyon deyince –Bülend Özverenden sonra- yirmi sene önce tüm Türkiye’nin tek geçeceği isim olan Olcayto Ahmet Tuğsuz’un gayretleriyle kurduğumuz takımın kalesini ise kimseye bırakmadan korumuş ve artık hevesimi almıştım.

Şimdilerde yukarıda da bahsetmiş olduğum göz-beyin-uzuv koordinasyonunda yaşamaya başladığım yavaşlama sebebiyle ara sıra fabrika çim sahasında oynadığım maçlarda genç arkadaşların anlayışlı davranışları sebebiyle hevesimi biraz olsun almaya devam ediyorum.

Sonraki yazı 161 ŞEYTAN

159

161

Yorum bırakın