159 – Yazı Konusu


5 Mart 2010

Gene bütün hafta “nasıl olsa yazımı yazarım” diye oyalandıktan sonra Perşembe akşamı gelip de çatınca beni aldı bir düşünce. Seneler önce annemin “yarın ne pişireyim çocuklar?” diye sorduğunda şaşardım. Çünkü zaten her gün farklı yemek pişmekteydi evde. Yani pişen bir yemek ancak bitmezse ertesi güne kalıp da yenirdi, aksi takdirde zaten farklı bir yemek olurdu bir sonraki günün menüsünde. Tabi bu soru patadanak sorulunca da cevap olarak verdiğim klasik cevabın “Beni” olması beni şimdilerde hem güldürüyor hem de annemin o çaresizliğine ilaç olamadığım için kızdırıyor. Aynı annem gibi ben de Perşembe akşamı gelip konu kısırlığına girince eşime danıştığımda aldığım cevaplarda annemin ertesi gün yapacağı yemeğin akıbetini düşünsem de sonuçta bizim annem tarafından hiç aç bırakılmayıp üstelik bir de yemeklerin sıralaması, seçimi ve sunuluşu ile hiçbir zaman aç kalmamamız gibi ben de Cuma sabahlarına bir yazı hazırlamayı becerebildim şu geçmiş yüz altmışa yakın hafta ve yazıda.

Her hafta böyle bir konu sıkıntısına girdiğimde hemen zihnimi yoklamaya başlıyorum “Ne yazabilirim acaba?” diye. İlginçtir bunu düşünürken aklıma çok ilginç şeyler takılmıyor değil hani. Mesela mutlaka Celal Bayar’ı düşünür veya aklıma getirir buluyorum kendimi. Bu da nereden çıktı diyeceksiniz şimdi herhalde. Askerliğimi uzun dönem asteğmen olarak yapmıştım. Bu onaltı aylık sürenin ilk dört ayında yedeksubay okulunda eğitim aldık. Peşinden gelen oniki ay da rütbeli, olarak görevimizi ifa ettik. Yani onca sene ilk-orta-lise ve dengi okulu okuyup peşinden bir de üniversite eğitiminden geçtikten sonra, hatta kimilerimiz mastır ve doktora eğitimini almış olsa bile asker ocağı eğitimini almadan doğrudan rütbe verilemeyeceği için bu dört aylık süreyi Karamürsel’deki Eğitim Komutanlığında geçirdik. Şansımıza Kurban Bayramının Ağustos ayının tam da bizim hangi branşlara ayrıldığımızın belli olup da dağıtıma gideceğimiz zaman aralığına denk düştüğü için yaklaşık bir haftalık bir gecikme ile birliklerimize teslim olduk. Üstelik bir de bizim Deniz Eğitim Komutanlığına gittiğimiz esnada kalabalık bir astsubay öğrenci kafilesinin de oraya varışına denk düşünce Çarşamba günü teslim olduğumuz birliğimizden henüz askerlik yeminin etmeden Cuma gününden evlerimize evci olarak gönderildik. Tabi bu arada 1 numara olarak adlandırılan ve askeri tesis dışında giymemiz gereken kıyafetlerimiz de hazır olmadığından evlere sivil kıyafetlerle gidiyorduk.

Mevsimin yaz olması dolayısıyla beni askere uğurladıktan sonra annemler yazlığa gitmişlerdi ve ben İstanbul’da yalnız kalıyordum. Hafta sonları eve geldiğimde ise dışarı çıkmadığım zaman evde vakit geçirirken tek eğlencem biraz televizyon seyretmek biraz da o sıralar pek bir dinler olduğum TRT-FM radyosunu dinlemekti. İşte Celal Bayar’la olan anım da tam burada başlıyor. Allahın kendisine vermiş olduğu yüz yılı aşkın ömrünün öyle bir zamanda sona ermesi bana bu yazımı yazarken yardımcı oluyor. Rahmetli tam da Cuma günü öğleden sonra vefat etti ve ben eve geldiğimde ne radyoda ne de televizyonda dişe dokunur bir program seyretme veya dinleme şansını yakalayamadım. O zamanların tek tabancası olan TRT, öyle sıkı bir matem yayını yapardı ki en eğlenceli programlar Klasik Türk Sanat Müziğinin icra edildiği ve onların da en ağdalı ve neredeyse müziğin hiç duyulmadığı parçaları seçtiği yayınlar yapılırdı. Şimdiyle mukayese edersem, o zamanı herhalde tercih ederim çünkü şimdi en elim haberler de bile bazı kanallar değil matem yayınına geçmek, hatta özel haber olarak bile vermeyip en şakrak şarkıları çalmaya devam ederlerken alttan kıytırık bir alt yazı ile geçiyorlar haberleri.

İşte Celal Bayar’ı da böyle bir günde kaybetmiş olmayı bu şekilde hatırlıyorum. Diğer rahmetli olan eski cumhurbaşkanlarına gelirsek, İsmet İnönü öldüğünde ilkokul bitmiş, İzmir’de oturmanın verdiği mecburiyetten gittiğim Bornova Anadolu Lisesi, ki o zamanlar Maarif Koleji olarak anılırdı, okulda birden dersler kesildi ve tüm öğrencileri okulun sinema-tiyatro salonuna doldurup önce ölüm haberini verdiler, daha sonra da nereden buldularsa İsmet İnönü ile ilgili dokümanter bir filmi yayınlamaya başladılar. O zamanlar okullardaki sinema sistemleri ise pek bir fenaydı. Görüntü kalitesi neredeyse sanki ışıklandırma hiç yokmuş gibi pek bir karanlık, ses ise öyle bir hışırtılı olurdu ki hoparlörlerden çıkan gürültünün içinden gelmeye çalışan sesi ayırt etmeye çalışmak için sıkı bir uğraşı gerekirdi. O günden aklımda kalan tek şey derslerin iptal edilmiş olduğu ve bizim o sinema gösterisini izlememiz. Peşinden zaten yatılı okumakta olduğumdan günün geri kalanını derslik yerine bahçede geçirmiş olmamız.

Turgut Özal’a gelince kendisinin ölümü hakikaten ani oldu. Bir Cumartesi öğlen vakti Kadıköy Çarşıda alışveriş yapmış eve dönerken insanların hararetli bir şekilde konuştuklarına ve ölüm haberini paylaştıklarını gördüm. Yanından geçmekte olduğum ve o sıralar henüz şimdiki gibi Lig-TV veya Cine5 şifreli yayına geçilmediğinden açık kanaldan verilmekte olan futbol maçlarının yayınının olduğu zamanlar olduğundan o esnada oynanması gereken Fenerbahçe-Kocaeli (veya Sakaryaspor olabilir) maçının o sıralar henüz kabzımallığı pek gündemde olmayan Erman Toroğlu tarafından, takımlar ve hakemler sahaya çıkmış olmasına rağmen bir türlü başlatılmıyor olduğunu fark ettim. Eve gelip de televizyonu açtığımda oyuncular hala sahada beklemekteydiler ve şimdiki gibi televizyonların haber verme işini istedikleri gibi canlı yayın araçlarını her yere vaktinde götürmeleri söz konusu olmadığından şimdi olsa kaldırılmış olduğu hastanenin kapısından yayın yapmak yerine programın akışı gereği bağlanmış oldukları stattan yayını devam etmeye çalışmaları ama henüz tam resmi bir haber gelmediğinden Turgut Özal’ın rahatsızlanıp hastaneye kaldırıldığını söyleyip başka da bir şey söylemeden ama sanki geri sarıp sarıp tekrar söyledikleri bir yayın devam etmekteydi. Sonunda durumun ciddiyeti anlaşıldı ve maç da henüz başlatılmadan tatil edildi.

Bunlar kadar önemli bir ölüm de rahmetli Bülent Ecevit’in ölümünde yaşandı ama kendisi o kadar uzun bir süre hastanede kaldı ki, insanlar neredeyse artık ölümünü bekler gibi olmuşlardı. Hatta ilginçtir, o esnada bir arkadaşım, kullanmakta olduğu yıllık izninin bir haftalık bir süresini Büyükada’da geçirmiş ve kaldıkları yerde televizyon seyretmedikleri gibi gazete de okumayınca işe geldiğinin ilk sabahı bana “Ecevit öldü mü?” diye sormuştu. Bu yazıyı okuyunca herhalde kendisi bunu hatırlayacaktır.

İşte annemin ertesi günkü yemek menüsünden girip, Celal Bayar’dan geçip, Ecevit ile gene bir yazının sonuna gelebildim. Şimdi aramızda olmayan bu şahsiyetlere Allah’tan rahmet dileklerimle bir haftayı daha kotarmanın huzuru ile hepinize mutlu, umutlu ve huzurlu bir yaşam diliyorum.

Sonraki yazı 160 BASKETBOL

158

160

Yorum bırakın