156 – Vapur


12 Şubat 2010

Gemi yolculukları hoştur. Hele deniz sizi tutmuyorsa tadından yenmez. Kısası ve uzunu ayrı ayrı zevkler verse de, benim için uçmaktan sonra, ki onun insana verdiği ayrı bir heyecan vardır, her zaman gemi yolculuğunu çok severim. Kendimi bildikten sonra ilk oturduğumuz şehir olan İzmir’de Karşıyaka-Konak arasındaki vapurun üst katı herhalde benim ilk bindiğim toplu taşıma vasıtası olmuştur. hele bir gidişimizde annemle üst kat balkonunda otururken sokaktan yeni öğrenmiş olduğum milli hareketimiz nah işaretini yapıp anneme “bu ne demek?” diye sorduğumu çok net hatırlıyorum. Muhtemelen annem lafı hafiften geçiştirip bana o hareketi unutturmaya çalışmıştır. O binmiş olduğum vapurları o esnada boş zamanlarımda çizmiş olduğum savaş resimlerinde Türk gemileri olarak çizerken düşman olarak, suya sabuna dokunmamak için herhalde, Fildişi Sahilleri’ni seçerken zamanımızın bu kadar globalleşip yıllar sonra tutmakta olduğum takım olan Galatasaray’a Fildişi Sahilleri’nden Drogba isimli dünyaca meşhur futbolcunun geleceğini nereden bilebilirdim ki?

Ortaokul birinci sınıfı bitirdikten sonra birkaç kez ziyaret amaçlı İzmir’e gitmişliğim vardır. Yalnız ilk yaşadığım zamanla gittiğim zaman arasında vücutsal bağlamda gelişmişlik kriterim farklılaşmış olduğundan bir defasında Karşıyaka’dan vapura binerken verilmiş olan tahta iskeleden iskeleye göre biraz daha aşağıda olan vapura binmek isterken kafamı üst katın duvarına çarpmıştım. Olay çok can yakıcı olmasa da kafayı oraya vuran tek kişi olmanın utancını bir süre içimde hissetmiştim.

İstanbul’a yerleştikten sonra gittiğim bu gezilerde babamın arkadaşları olan, şimdi rahmetli Vakur Amca ya da Nezir Amca’larda kalırdım, her ikisi de nur içinde yatsınlar. Vakur Amca’nın eşi ve çocukları yazın bizim gibi yazlıkta olduklarından evde yalnızdı ve benim kullanımım için bir anahtar yaptırmıştı. Karşıyaka’daki evine adeta kendi evime girer gibi girip çıkıyordum. Sebebi ise İzmir’i gezerken aynı zamanda zamanlamasını da uygun yaptığım İzmir Fuarı aktivitelerine katılmaktı.

İzmir Fuarı zamanı başta Göl, Akasyalar ve Ekici Över gibi Çay bahçeleri o günlerde müzikhol haline dönüşür ve o günlerde sanatçılar gelir, ve acayip bir rekabet oluşurdu. Benim gittiğim bir defasında valilik nedense bu gazino tipi çalışmayı yasaklamıştı ama akıllı halkıma yasak dayanmayacağı için teatral bir çalışma haline getirip “İbiş’in Rüyası” adı altında Münir Özkul’un başrolünü oynadığı bir gösteriye Ekici Över gazinosundan bilet almıştım. Bu bir tiyatro idi ama oyunculardan en önemlisi de İbrahim Tatlıses idi. Ben bu nasıl iştir diye düşünerek gittiğimde, ki ucuz bilet olduğu için ben ve benim gibiler arka taraflarda sıra sıra dizilmiş sandalyelerde otururken, daha kalantor fiyatlı bilet alanlar ön tarafta belki de yemekli masalarda, yemek olmasa bile en azından semaverli masalarda oturuyorlardı.

Müzikal olayı da gayet ilginçti. İbiş rolündeki Münir Özkul önce yanındakilerle bir dakikayı bile geçmeyen bir girizgah yapıp, erkek sanatçının sırasıysa, konuyu evlenmek isteyen kıza aday damada getiriyor eğer ki gelecek sanatçı kadınsa bu kez gelinin arkadaşı olarak çağırıyor ve onunla merhabalaşıp sahneyi ona terk ediyordu. Daha sonra orkestra ve saz heyeti eşliğinde repertuarını icra eden sanatçı işini bitirdikten sonra sazı tekrar Münir Amca ele alıyor ve sıradaki sanatçı için bir şeyler söylüyordu. Konu böylece devam etti. Ben esas görmek istediğim Barış Manço sahnesini aldıktan sonra rahatlamıştım ve sıra İbrahim Tatlıses’e geldiğinde Karşıyaka’ya kalkacak otobüsü kaçırmamak bahanesiyle daha ilk şarkıda ortamı terk etmiştim. Zaten son sanatçı da O olduğundan kaybedecek çok şeyim de yoktu. Akşam eve geldiğimde beni bekleyen Vakur Amca ile biraz sohbet ederken İbo’yu sevmediğim için yarıda bıraktığımı söyleyince şaşırmıştı. Ertesi gün de İstanbul’a döneceğim için benden önce evden ayrılacak Vakur Amca’ya bana yaptırmış olduğu anahtarı teslim edemeyeceğimden bana “yolda giderken atarsın” dediğinde malın kıymetini bilen ben farklı bir yol aradım ama bulamadım.

İzmir’den İstanbul’a dönüşü vapur ile yapacaktım. Öğleden sonra 14.30’da kalkacak olan Ankara Feribotu ile yolculuk yapmak için bilet almıştım. Nitekim vapura bindikten sonra anahtarı denize atmaya karar verdim ama bunun için açık denize çıkmayı bekledim. Bunun sebebi ya bir şey olur da İzmir’e geri dönersek akşam dışarıda kalmamış olmak, ya da İzmir Körfezi sularına atacağım anahtarı bulacak kişinin Vakur Amcamın evine girip hırsızlık yapmasına engel olmaktı.

Büyük gemilerde seyahat etmek, hele ki deniz sakinse pek bir sıkıcı eğer ki yalnızsanız ve yapacak bir şeyiniz yoksa. Ben de kalkışımızdan itibaren o güverte senin bu güverte benim gezdiğim gibi aralarda koridorlarda da volta atarak gezdim ki içerinin bir otelin koridorlarından hiçbir farkı yok. Sağlı sollu odaların arasında giden halı kaplı koridorlar insana yolculuk yaptığını unutturacak özellikte. Akşam iki yabancı adamla paylaştığım kamaramdan sabah bir an evvel kendimi dışarı atıp sabah melteminin estiği güvertede sisler içerisindeki İstanbul’un siluetini uzun uzun seyretmiştim. Sarayburnu limanına yanaşırken ise çok büyük hayal kırıklığı yaşadım. Çünkü yıllar önce gene İzmir’den gemi yoluyla gelmiş olan Dayım ve Yengem bu kez Sarayburnu’na değil de hemen onun karşısındaki Salı Pazarı Limanına yanaşırlarken aniden nereden çıktığı belli olmayan İzmir Marşı çalınmaya başlamıştı. Benim İstanbul’a dönüşümü de o seferki gibi İzmir Marşıyla karşılamadıklarına epey bir bozulmuştum.

Ertesi sene gene İzmir’e gitmiştim ama bu kez Vakur Amca yerine Nezir Amcalarda kalmıştım. Bu kez evde yalnız ikimiz yerine cümbür cemaat Karadeniz ailesinin fertleriyle kalmıştım ve arabaları olduğundan beni Fuardaki Akasyalar müzikholüne götürmüşlerdi. Tabi geçen sefer benim gibi öğrenci harçlığı ile geçinilmediği için biz de ön taraftaki Semaverli masalardan birine oturmuştuk. Konsept tabi yine aynıydı. Bu kez Balarısı Özdemir yanına Ahmet’ten başkasını alıp aralara espri serpiştiriyordu. Espriler ise beşinci sınıftı ve komik olabilmeleri için hep belden aşağı uygulanmaları gerekiyordu. Nezir Amca da benim bir sene önce İbrahim Tatlıses’i beğenmemiş olduğuma şaşırmıştı. Ne vardı ki, adamı hala daha sevebilmiş değilim ki, o zaman sevmiş olayım.

Uzun yolda deniz yokken iyidir diye bahsetmiştim ama eğer bir de deniz varsa işte o zaman işler biraz sarpa sarıyor. Bizim yazın yaptığımız gezilerden birinden dönerken Bandırma üzerinden Deniz otobüsü ile dönmek üzere biletimizi almıştık. Gemiye binip de mendirek dışına çıktığımız anda bizi sallamaya başlayan dalgalar yüzünden önce insanlar hafiften rahatsız oldular. Daha sonra görevliler insanlara ihtiyaç halinde kullanmaları için çöp poşetleri dağıtmaya başladılar. O zaman henüz ikibuçuk yaşında olan Burçak’ı annesi mescit olarak kullanılan odaya götürüp yere yatırarak sakinleştirirken ben de kucağıma aldığım büyük kızım Başak’ı alnına ıslak mendil sürerek rahatlatmaya çalışmıştım. Benim de durumum çok iyi değildi ama kızların rahat etmesine çalıştığımdan kendimi dinlemediğim belki de iyi olmuştu.

Vapur yolculuklarının her zaman en sevdiğim olanı ise Kadıköy-Karaköy arasında olanıdır. Bu hem bana nostaljik olarak geçmişi hatırlatır hem de kısa bir süre için bile olsa bindiğim aracın amortisörlerinin üzerinde gitmektense denizin o yumuşak dalgalarında gitmenin keyfini en kolay ve en ucuz yolla duyumsatır.

Sonraki yazı 159 YAZI KONUSU

155

157

Yorum bırakın