154 – UÇAK


30 Ocak 2010

Ulaşım araçları içerisinde benim en sevdiğim ve belki de herkesin sevdiği ama bir o kadar da korkarak bindiği uçaktır. Gerçi kalkıştan önce ve inişten sonra teferruatı yüzünden hazırlık safhası uzun olsa da bir yerden, biraz uzak bir yere ulaşmanın en kolay yoludur uçak.

Neredeyse on yaşımdan beri bindiğim uçaklarda başımdan geçen ilginç olan veya olmayan aklımda kalmış pek çok anım var. Bunların en eski tarihlisi kardeşim henüz bebekken bindiğimiz uçakta onun belki de bir yaşındayken biletine verilen paranın, üstelik koltukta oturmayıp annemim kucağında seyahat etmesine rağmen, benim için verilen paradan daha fazla olduğuydu.

Uçağın içindeykenki ilk hatıratım ise ablamla beraber ikimizin yalnız olarak annem tarafından İzmir’den bindirilip Ninemle Dedem tarafından İstanbul’da karşılandığımız seyahatti. Kalkıştan evvel çantamda taşımakta olup da okumak için çıkardığım “Küçük erkekler” adlı kitabı okumak için nedense koltuğun önündeki masayı indirip üzerinde okumaya kalkmam ve kalkış öncesi kontrol yapan hostes tarafından uyarılmış olmam. Üzerimde ise 1974’te Almanya’da düzenlenen Dünya Kupasının maskotları olan Tip ile Tap’ın olduğu tişört vardı. Herhalde iki kardeştik diye bizi birbirimize emanet etmişti annem ki hostesler bizi sadece kapıda karşılayıp kapıdan uğurlamışlardı.

Yurtdışı seyahatlerimin iki tanesinin dışında, ki bir tanesi İtalya’ya otobüsle yaptığımız seyahatti, hep uçakla gittim geldim. İlk yurtdışı seyahatimin en uç noktası olan İngiltere’den, gidişim otobüs ve trenle olsa da, dönüşüm önce uçakla Almanya’ya oradan da gene uçakla İstanbul’a olmuştu. Londra’da kalışım esnasında göz attığım bir dergide gördüğüm ucuz bilet ilanıyla gittiğim acenteden 36 Sterline aldığım bilet Almanya’dan Londra’ya giderken ödediğim tren parası olan 270 Markın, ki karşılığı 4.4 kur kullanılarak 60 sterlinin üzerindeydi, neredeyse yarısı kadardı. Üstelik bir saat içerisinde Almanya’ya varmıştım ve Heidelberg’te binecekler yüzünden ayakta kalma tehlikesini de yaşamamıştım. Uçtuğum havayolu Singapur idi ve daha sonra takip edebildiğim kadarıyla bir zamanlar en itibarlı ve lüks şirketiydi.

Uçak Avustralya’dan kalkmıştı ve bizi aldıktan sonra Frankfurt’ta aktarma yapacak ve gene devamla Singapur’a kadar uçacaktı. Uçağa binip kalkıştan sonra yemek servisi yapılmaya başlandı. Uçakta hayatımda ilk defa yemek yiyecektim. Daha önceki uçuşlarda herhalde ikram olarak sadece kek ve meyve suyu ile idare etmişlerdi çünkü otuz beş dakika süren İstanbul-İzmir arası yolculuklardı hep binmiş olduklarım. Yemeği yemek üzere tepsimin kapağını kaldırdım ki koyu renkli söğüş bir et. Tanıyamadım ama her yurtdışı seyahatimde dert olan Domuz eti yememe durumundan dolayı her zamanki işkilliliğim üzerimdeydi. Yanımda oturmakta olan karı kocaya etin ne eti olduğunu sordum ama onlar da bakarak tanıyamadılar ve hostese sorma gereğini hissettiler. Hostesin cevabından sonra eti yememde bir sakınca olmadığını anladım. Hayatımda ilk defa olarak hindi eti yiyecektim. Yemeği gayet seri bir şekilde yedim çünkü yolculuktan önce Londra’da geçirmiş olduğum dört beş günlük sürede az önce bahsetmiş olduğum et sorunsalı sebebiyle ve tabi bir de ekonomik olsun diye sabahları kendi hazırladığım sandviçim ve sütüm, öğle ve akşam yemeklerinde de hamburger yemekten içim dışım hamburger ve sandviç olduğundan yediğim yemek eti, salatası ve tatlısıyla mükellef sayılırdı.

Bundan sonraki yolculuklarım en uzun mesafe Almanya’ya olsa da ilk Atlantik ötesi yolculuğum başlamadan çektiklerim çekilecek dert değildi. Amerika’ya uçmak için seçtiğim şirket bu kez Pakistan Havayolları idi. Buradan New York’a 500 dolar, orada St.Louis’e uçuş ise 130 olmak üzere 630 dolar verip bilet almıştım ve ağustos ayının onyedisinde sabah yedi buçukta uçmak üzere annemle o zamanların Yeşilköy Havaalanına sabahın köründe gelmiştik. Amerika’ya gidişim master yapma planını da içerdiği için biraz uzun olacaktı. Annemle vedalaşıp pasaport kontrolundan geçip de gümrüksüz sahaya geçişim daha uçuşa iki saat kalmasına rağmen hemen geçecek gibi görünüyordu, ama, Karaçi’den kalkmış olan uçak arızalandığından geri dönmüş ve tamir edilip tekrar yola çıkması biraz uzun zaman aldığından bizim bekleyişimizin uzama durumu doğmuştu. Arada biz yolcuları öğle yemeği için havaalanı restoranında mükellef bir yemek ısmarlamışlardı ve ben yedi buçukta girmiş olduğum salondan ancak akşamüstü beş buçukta yani tam on saatlik beklemeden sonra uçağa binebilmiştim.

Uçak bir 747 Jumbo jetti (yer hosteslerinin deyimiyle cambocet) ve tüm koltukları satılmıştı. Hatta bir yolcu yer yokluğundan oturamadığından zaten gecikmiş olan kalkışımız daha da gecikmekteydi. Sonunda pilotun da katılımıyla oluşan kriz heyeti bileti olmadığı halde çocuğunu ayaktaki yolcunun yerine oturtmuş olan kadını ikna ettiler ve yola çıkabildik. Bizim bu on saatlik rötarımızı daha uzatmamak için indiğimiz Amsterdam’da minimum sürede inecekler indi ve binecekler bindi ve biz yola devam ettik. Benim aldığım aktarma biletine göre normal şartlarda beş saatlik bir bekleme ile St.Louis’e, kuzenim Aziz’in yanına varmak üzere planlanmış olsam da bizim on saatlik rötar yüzünden aktarma uçağını kaçırmıştım. Benim gibi aktarmalı gidecek yolcularla beraber PIA standına davet edildik. Allahtan sorun benden kaynaklanmıyordu ve çözümü bulmaları gerekiyordu.

Ertesi gün için bana yeni bir uçuş için bilet verdiler ve gece de konaklamam için havaalanı yakınındaki Travelodge Oteline yer ayarladılar. Otel fişinin içinde bir de sabah kahvaltısı için fiş de vardı. Yani orada onların konuğuydum ve elimi cebime atmam gerekmiyordu. Ancak otelin Shuttle olarak adlandırılan servisine binmek üzere geldiğimiz durakta bekleyen siyahiye, adeta değnekçiye şoförlerin para ödemesi gibi, Amerika’daki ilk ödememi yapmak durumunda kaldım. Otele gelip de Recep’e uğrayıp odamın anahtarını aldıktan sonra bindiğim asansördeki diğer konuk sebebiyle Zil Çocuğun (BellBoy) benden önceki katta inen adam yüzünden benimle ilgilenemeyecek olduğundan dolayı bahşişinden olmasını sesli olarak itirazına rağmen odama kendi başıma gittim ve kendi adıma ona vereceğim bahşişi, ilk verdiğim bahşişe saydım.

O gece zaten uzunca bir süredir sürmekte olan yolculuğum sebebiyle iki buçuk ay sürecek ilk Yeni Dünya seyahatimin tümünde otelde kaldığım toplam iki gecenin birinde deliksiz bir uyku çekmiştim.

Uçuşlarımın en dolduruşa geleni ise Büyük Kanyon üzerinde yaptığım yolculuktu. İki saat süren yolculuğa daha başlamadan tırsarak başlamıştım ki bundan yıllar sonra bu uçuşlardan birinde uçağın düştüğü haberini okumuştum gazetede. Yolculuk öncesi önce hepimizi bir teraziye çıkarıp tarttılar. Daha sonra tek ve çift olarak yolculuk yapan grubun yerleşimini yapıp on kişilik grubu pilota emanet ettiler. Pilot önde, biz arkada önce koridorlardan bahçeye çıkıp parkta bekleyen diğer uçakların arasından geçip kendi uçağımıza vardık. Pilot uçağın kapısını açıp önce beni ön taraftaki koltuklardan sağdakine davet etti. Daha sonra diğer yolcuları da yerleşim planına göre yerleştirdikten sonra kendisi de uçağa binip kapıyı arkasından kapattı. Yahu arkamızdan su dökecek bir görevli bile olmadan bir pilotun önderliğinde uçağa binince içim bindiğimiz uçak gibi biraz pırpır etti. Ama iş işten geçmişti. Yanımdaki esas pilot koltuğuna geçen pilot anahtarını kontağa taktı, çevirdi. Pervaneler bir iki öksürükten sonra çalıştı. Muhtemelen o esnada ayağını bastığı debriyaj marifetiyle vitese taktığı uçağı adeta araba kullanmanın rahatlığıyla pist başına getirdikten sonra önce kule ile konuştu, daha sonra bize kuyrukta bekleyen üçüncü uçak olduğumuzu ve sıramız geldiğinde kalkacağımızı söyledi. Bahsettiğim olayın geçtiği yer Uluslararası Las Vegas Havaalanı idi ve önümüzde bekleyen uçaklardan biri zengin bir işadamının milyon dolarlık jeti, bir diğeri Pakistanlı görevlinin tabiriyle cambocet, peşinde de bizdik. Önümüzdeki iki uçağın arasında bir de büyücek bir uçağının iniş yapmasıyla artan bekleme süremizin sonunda pistte ilerleyip son derece rahat bir şekilde havalandık. Pilotun yanında oturmanın getirdiği açık görüş alanımla Büyük Kanyon üzerinde toplamda iki saat uçtuktan sonra iniş için alçalmaya başladığımızda “Yusuf Yusuf” seslerimin inlettiği Las Vegas semalarında pisti ortalamak için yaptığımız bir iki yalpalamanın ardından aynı kalktığımız rahatlıkta piste tekerlek koyduk ve gene kalktığımız noktaya vardık. Pilot bizi aldığı gibi tek parça uğurlarken elimize “Büyük Kanyon üzerinde uçmuştur” sertifikalarını tutuşturup bizden sonraki grubu almak üzere bankosunun yolunu tuttu.

Uçakla ilgili daha çok anım vardır ama inşallah bir başka sefere.

Sonraki yazı 155 Bisiklet

153

155

Yorum bırakın