153 – Tren


22 Ocak 2010

Tren yolculukları küçüklüğümden beri hep hoşuma gitmiş, içinde olmasam bile trenin varlığı bana farklı duygular yaşatmıştır. “Tinen” olarak adlandırdığım trenin peşinden komşunun oğlu olan arkadaşım Ömer’i de sürükleyerek seyretmek üzere evimizden yürümeyle en az on dakikalık yolda olan Karşıyaka hemzemin geçidinin taaa oralara kadar gitmişliğim bile vardır. yaşımın en kaba ilkokul birinci sınıf öğrencisi olabilecek yaş olduğunu gözden kaçırmamak lazım. Bizim yokluğumuzu fark eden annelerimiz ufak çaplı korku yaşamış olsalar da Ömer’in annesinin “sizinki neyse de benimki esmer haliyle çingeneler tarafından kaçırılsa benim annesi olduğunu asla ispat edemem” diyerek olaya farklı bir boyut getirmiş. Ne var ki sorun, görev adamı olan Bendenizin, oralara gitmekteki amacımız olan geçen treni izleme sürecinden sonra gittiğimiz gibi mahalleye geri dönmemizle çocukların yaptıkları her şeyde panikleyen anne ve babaların ne kadar da anlamsız kuruntular yapıp hayatı kendilerine zehir ettiklerini göstermemle son bulmuştu. Tabi şimdi bana sorsanız kendi kızlarımla ilgili kuruntu yapıp yapmadığımı, o zamanlar çocuk statüsünde olsam da şimdi bir üst kademeye geçtiğimden kuruntularıma kuruntu katmam konusunda uzmanlaşmış olduğumu söyleyebilirim. Tabi bu kuruntulardan herhalde dede olunca vaz geçeceğimi zannediyorum. Malum, torunların keyfini sürmek nine ve dedeye, sorumlulukları ise anne ve babaya aittir.

İzmir Karşıyaka’da oturduğumuz dönemlerde tren sadece Pazaryerinden geçişini seyrettiğim bir güzellik değil, aynı zamanda bizim yaz tatillerinde İstanbul yolculuklarımızda kullandığımız yolun ilk ayağıydı. İzmir kalkışlı mototrenlerle Bandırma’ya kadar gelir buradan da ellerimizde bavullarımız belki yarım kilometrelik bir yolu kat ederek feribota binip İstanbul’a vasıl olurduk. Trenlerin en güzel yanı tuvalete gittiğinizde kuburdan görünen rayların hızla akıp giderlerken üstlerinin benim tarafımdan ıslatılmasıdır. Tuvalet sisteminin böyle, halka açık olmasa da, yere açık olması sebebiyle durak için durulacak istasyonlara girerken kondüktörler kapıları kilitlerlerdi ki o esnada durulmakta olan istasyonun deyimin tam anlamıyla içine edilmesin. Ancak tuvalete gittiğinizde ola ki istasyon harici bir noktada bir sebepten tren durursa aynı noktayı hedef alarak hacet görmek değişik bir heyecan yaratırdı.

Bu tren yolculuklarında annemin kuru köfte, kızarmış patates ve sigara böreğinin yanında termosumuza koyduğu su ile tren ve vapurda satılan yiyeceklerden almamız gerekmezdi. Onları şimdilerde yerken o zamanlara geri dönüyormuşum gibi geliyor. Tren geçerken tren yolunun yanında koşan çocukların “Gaste, gaste” diye bağırarak yolculardan gazete istemesinin de yokluk içerisinde olsalar da fırsatı değerlendirmeleri çok hoşuma giderdi, hala daha da çocukların trenlerin yanında gaste diyerek koştuklarını zannediyorum..

Tren deyince aklıma gelen yaptığım en kötü yolculuk ise ilk yurtdışı seyahatimde Almanya’da başlayıp arada feribot bağlantısı ile Londra’ya vardığım yolculuktur.
Hâlbuki o gün ne güzel başlamıştı. Yaklaşık 36 saatlik bir otobüs yolculuğundan sonra geceyi geçirdiğimiz Avusturya otelinin rahat yatağından kalkıp sınırı yürüyerek geçtikten sonra Münih’e varmıştık. İlk işimiz de İngiltere’ye gitmek üzere biletimi almak olmuştu. Eniştemin ablasında geçirdiğimiz birkaç saat sonra eniştemle sokakta ilk yurtdışı yürüyüş heyecanını yaşamıştım. O gün bu gündür, seyahatlerimde sokaklarda yürümeyi çok severim ve başka türlü zevkine varamam. Otobüse binip merkeze indiğimizde 1 Mark vererek Alman Milli Piyangosunun düzenlediği hazır ikramiyelerden çekmiştim ama çoğunluğunun içerisinde yazan “Leider nicht” (maalesef olmadı) mesajı ile ilk yurtdışı hüsranımı yaşamıştım. Ama peşinden gittiğimiz İngiliz bahçelerinde Alaman kızlarını umumi mekânda anadan üryan ilk kez dünya gözüyle görünce, eniştemin değimiyle gözlerimin yuvalarından uğramış olup olmadığını onun biraz daha önünde yürüdüğümden görememiş olduğu esnada “krizi fırsata dönüştürme” durumlarına girmiştim.

İngiltere’de gitmekte olduğum yaz gençlik kampında kalırken yanımızda uyku tulumu getirmemiz gerektiği bildirildiğinden bir marketten ilk yurtdışı alışverişim olarak da nefti bir uyku tulumu edinmiştim. Yola devam etmek için artık her şeyim tamamlanmıştı. Eşyalarımı sırt çantasında taşıdığımdan ellerim boştu ve ben bunu elde taşınan bir spor çantası kullanarak yolculukta tüketmek üzere bisküviler ve meyve suları taşımaktaydım. Çantanın içerisinde sözlüklerim, okumaya kitaplarım, pasaportum ve ferahlamak için bir kolonya şişesi de bulunmaktaydı ve tabidir ki kolonya şişesinin kapağı delinerek kolonya çantaya aktı. Akan kolonya litrelik bir meyve suyunun kutusunu deldi ve evraklarımı, Allahın şanslı kuluymuşum ki, pasaport haricinde diğer tüm kağıtları berbat etti. Çantanın içi öyle berbat olmuştu ki İngiltere’ye vardığımda içini yıkamak zorunda kalmıştım çünkü akan meyve suların kapalı alanda uygun ortam yaratmış olduğundan içinde sivrisinekler üremeye başlamıştı. Sırt çantamın altına taktığım uyku tulumuna yer bulup da elimi boşalttığım için sevinirken, eniştemin ablasının babamın kendisine sipariş etmiş olduğu el yazısı karakterli daktiloyu da İstanbul’a götürmek üzere bana vermesiyle boşta elim kalmadı.

Akşam trenin kalkış saatinden yaklaşık yarım saat önce istasyona gittik. Sırtımda çantam, bir elimde daktilom, diğerinde de diğer çantamla peronda bekleyen trene bindim. Ancak gördüğüm hiç de hoşuma gidecek bir durum değildi. Trenin tüm kompartımanlarında Mannheim istasyonundan rezervasyon yapıldığı yazılıydı. Şimdi düşünüyorum da neden tüm kompartımanları kontrol etmedim, hala daha çok yanarım. Meğer tüm koltuklar tutulmuş değilmiş. Ben hasbelkader o an için boş bir kompartımana girip hiç olmazsa Mannheim’a kadar boş kompartımanda uyurum, ola ki şansıma rezervasyon yapanlar bir şekilde binmezlerse oturarak devam ederim diye düşünüyordum. Ancak tren hareket ettikten sonra neredeyse beş dakikada bir, her defasında farklı bir kondüktör olmak üzere koltukların rezervasyonlu olduğu bildirildi. Ama gene de içimde birilerinin gelmeyeceği yönünde ufak bir umut vardı.

Ama heyhat, kader ağlarını örmüştü bir kere. Mannheim’a vardığımızda trenin içine saldırarak binen irili ufaklı Alman çocuk ve gençleri yüzünden kompartımanı terk etmek zorunda kaldım. Çantalarım içeride kaldı ve ben içinde evraklarımın olduğu spor çantamla koridora çıktım. İlk başta her şey de o kadar kötü değil diye düşünüyordum. Ama koridor duvarına menteşe ile tutturulmuş portatif oturma taburelerinde zaman geçmek bilmedi. Bu arada tren Belçika sınırında geçeceği için almış olduğum vizede ülke girişinde mutlaka vizenin onaylanması gerektiği yazdığından bilet kontrolu için gelen tüm kondüktörlere önce pasaportumu uzatıyordum. Gecenin ilerleyen saatlerinde bilet kontrolu yapan bir kondüktör odalardan birinde boş bir yer olduğunu ve benim oraya girebileceğimi söyledi. Ben önce nezaketten reddetmeye çalıştım. Üstelik sırt çantam önünde durduğum kompartımanda bana yakın olduğu için biraz daha güvende hissetmeme yarıyorsa da başka bir kompartımana girmek bana çok cazip gelmemişti. Ancak kondüktörün despot ve “Platz ist platz”, yer yerdir, çok konuşma gir içeri, almayayım ayağım altına imalı, dediğim dedik hali yüzünden kompartımana girmek zorunda kaldım. Bu arada kompartımandaki diğer beş kişi koltukları birbirine doğru çektirip tüm kompartımanı tek bir yer yatağı haline getirmişlerdi. Bu durumda içeriye ayakkabıyla giremeyeceğimden yolculuğa çıktığım espadrillerimi kapının önünde bırakmak zorunda kaldım. İçeride uzun oturduğum için kemiklerim biraz rahat etse de aklım kapının önündeki espadrillerim ve diğer kompartımandaki çantam ve daktilomda olduğundan çok rahat ettiğim söylenemez.

İçeride belki de bir saat cehennem azabı yaşadıktan sonra kontrola gelen ilk kondüktörde kendimi dışarı attım. Neyse ki Alamanlar ve diğer Avrupalı trendaşlarım espadrillerimi götürmeye layık bulmamış olacaklar ki yerlerinde duruyorlardı. Tabi gelip geçerken ayaklarını kaçırmak zahmetine katlanmamış olduklarından üzerine basarak geçmişler ve yamyassı yapmışlardı. Artık yavaştan güneş de doğmaya başladığından kötü şansımın artık geride kalmış olmasını ummaktan başka bir seçeneğim yoktu.

Dönüş yolunda Frankfurt-Münih arasında yolculuk ettiğim trende ise neredeyse tek başına diyebileceğim tenhalıkta kompartımanı tek başıma kullanarak adeta düşman çatlattım. Tabi İngiltere’den doğrudan Türkiye’ye gitmeyip gene Almanya üzerinden dönüşüm ise daktiloya gereksiz bir İngiltere seyahati yaptırmış olmaktan fazla bir işe yaramamış oldu.

Sonraki yazı 154 UÇAK

152

154

Yorum bırakın