150 – 2010 YILBAŞISI


1 Ocak 2010

Yeni bir yıla daha girdik. Bu benim için artık biraz rutine girdi. Daha önce okuduğum bir yazıda gençlikte günler kısa yıllar uzun, yaşlılıkta ise günler uzun yıllar kısa gelirmiş diye okumuştum. Şimdi bana gelirsek hakikaten yıllar bir hayli kısa gelmeye başladı. 2009 yılbaşısı daha yeni geçmiş gibi geliyordu, ki, bu yılbaşı da birden geliverdi. Bu yılların kısa gelmesi kısmı tamam ama günlerin de yetmediğini düşünürsem yani günlerin kısa geldiğini düşünürsem henüz yaşlılığın yarısıyla gençliğin yarısını yaşamaktayım diye düşünerek, her ne kadar evvelki hafta kaynanamı taşıtırken hamalın bana amca diye seslenmesi hala sıcaklığını koruyorsa da kendimi ortalarda bir yerde olarak görüp bunu hamalın inekliğine bağlıyorum.

Yeni bir yıla girerken her defasında enteresandır otururken geçmiş yılbaşıları nasıl kutlardık diye düşünmekten şaşmıyorum. Benim için yılbaşılar televizyon öncesi ve televizyon sonrası diye ikiye ayırabiliyorum. İlkokulun dördüncü sınıfına kadar bir yayın olmadığından evimizde akşamları bazen radyo dinleyerek, bazen kitap okuyarak bazen de sohbet ederek geçirdiğimizi biliyorum. Henüz İzmir’de Alsancak’a taşınmamış ve Karşıyaka’da otururken yılbaşı deyince hatırladığım Yılbaşı Kokteylleri olur. Bizi bir komşu ağabey veya ablaya emanet ettikten sonra annemle babam bir baloya veya yılbaşı eğlentisine giderlerdi. Bu günlerden birinde evimize gelen Derya Abi ile halı üzerinde misket oynarken bana ne olacağımı sorduğu, benim de cevap olarak “mühendis olacağım” deyişimi hatırlayıp hakikaten mühendislik eğitimi aldıktan sonra geriye dönüp baktığımda hayatın dizginlerini kendimin yönlendirdiğimi görerek seviniyorum.

Bu arada siz hiç halıda misketlerle oynadınız mı? El, göz koordinasyonunu sağlamak üzere çok farklı bir oyundur. Bunu bir de çocuğunuzla oynarsanız onun da bu koordinasyonu sağlamak üzere başta biraz zorlansa da sonradan halının sürtünmesi, hedefin uzaklığına göre ve halının havlarına göre misketleri uygun hızda atabilmeyi başarabilmek güzel bir oyun sayılabilir.

Gene televizyon olmadığı zamanlarda ayakları aslan desenli ve ortadan açılabilen masamızı uzun hale getirdikten sonra ortasına gerdiğimiz filesinin üzerinden pinpon oynardık. Yalnız yapacak fazla bir şey olmadığından maçlar bittikçe ileriki yıllar için de oynayıp belki de bin dokuz yüz seksenlere kadar oynamışlığımız olurdu.

Televizyon yayına başladıktan sonra nedense artık yılbaşı eğlencesi olarak pek çok Türk ailenin seçtiği gibi PTT, “pijama televizyon terlik” olayı sebebiyle tamamen TRT’nin yönetmenlerinin insafına kalırdık. İzmir yıllarımızda gene annemle babamın olmadığı bir yılbaşında Zeki-Metin ikilisinin parodilerini seyrederken yayın bozulmuştu da ben cihazın arkasına giren anten kablosunu söküp kablonun ucunu tekrar bağlayarak belki de hayatımın ilk teknik tamiratını gerçekleştirmiş oldum. Ve o parodiler esnasında Zeki’nin anlaşamadıkları bir konu için yazı-tura atma olayını parayı dik getirterek kabiliyetsizliğin ve kararsızlığın doruklarını vurdurmasını hala daha unutamam.

Bundan sonraki senelerde İstanbul’a taşındıktan sonra yılbaşlarımı genellikle Bakırköy’de ninemlerde geçirmeye başladım. Bu gecelerin en ilginç yanları sanki çok meraklısıymışız gibi aralık ayı boyunca kaliteli müzik ve yaşam zorlaması yasaklı sanatçılar olan Zeki Müren, Orhan Gencebay, Ferdi Özbeğen gibi sanatçıların ekranda görünüp görünmeyeceklerinin tartışılması ve gece ekranda onları görmenin dayanılmaz hazzının yanı sıra dansöz olayının da TRT tarafından hep ahlaka mugayir olarak algılandığı için bizlere bir lütuf olarak sunulmasının bir sonucu olarak dansözü hep bekledik. Kuzenim Emre’nin üç dört yaşlarında iken bile kaliteli dansözü görünce anlama yeteneğini erkeklik genlerinden aldığı o yaşlarında belli olmuştu. “Kadının poposu ne biçim sallanıyor?” diye merakını ve hayranlığını dile getirmişti.

Yetmişli yılların yılbaşılarının 76 ve 77 yıllarında TRT’nin farklı bir beste yaptırmayıp aynı besteyi kullanması günümüzde müziklerin çok kolay tüketildiği zamanlarla karşılaştırıldığında emeğe saygı olarak mı algılanmalı yoksa devlet memuru olduktan sonra adam sendeciliğe vurup “nasıl olsa elimizde bu beste var, bu sene de masraf yapmaya veya uğraşmaya ne gerek var” diyerek bir sene önceki bestenin derin sözlerini ertesi sene biraz daha geliştirerek kullanmaları göz yaşartıcı olarak hatırlayabiliyorum.

İlk sene “yetmiş altı, yetmiş altı, yetmiş altıııııı, mutluluk ver, mutluluk veeeer bizleeere” şeklindeki güfte ertesi sene “yetmiş yedi, yetmiş yedi, yetmiş yediiii, mutluluk ver, mutluluk veeeer bizleeere” şekline çevirmişlerdi. Aynı programlarda gecenin ilerleyen saatlerinde ekrana gelmekten sıkılan misafir sanatçıların kamera arkasında demlendikten sonra kafayı bulup önde pleybekten şarkı söyleyen sanatçıların arkasında yaşlarına başlarına yakışmayan sulu zırtlak hareketler yapmaları, saz heyeti gibi arkalarına geçip ellerinde olmayan sazları çaldıkları, hatta işin bokunu çıkarıp etrafa saçılmış klasik yılbaşı dekoru olan balonları alıp şarkı söyleyen sanatçıların kafalarına vurmaları üzerine tüy dikmişti.

Eskilerde hadi televizyon yokken yılbaşı deyince akla gelen ilk eğlence olan tombala hala daha yılbaşı akşamı için vazgeçilmez bir yarışma olarak uygulanmakta. Yılbaşı öncesi alışveriş yaparken aldığımız Fanta’ların üzerine promosyon olarak yapıştırılmış olan tombalaların kağıt kalitesi ve her eve girip yılbaşı gecesi en çok 2 defa oynandıktan sonra atılmaya da kıyılamadan bir kenara konduktan sonra atılana kadar ortamı kirletmekten başka hiçbir şeye yaramayan tombalalar hala daha geleneklerimizi yaşattığımızın bir göstergesi olarak karşımızda duruyor. Her ne kadar artık yılbaşlarında dansöz aramıyorsak da tombala olayı hala daha sıcaklığını korumakta.

Herkeslere diledikleri gibi geçirecekleri mutlu, sağlık dolu bir 2010 dileklerimle bu yazımı da bitirip bir buçuk İskender olmasa da bir buçuk dalya demenin haklı gururunu yaşamaktayım.

Sonraki yazı 153 TREN

149

151

Yorum bırakın