149 – Tahmin


25 Aralık 2009

Hiç unutmuyorum ilkokul ikinci sınıftaydım. Okuldan eve dönerken Karşıyaka’daki evimizin bulunduğu o zamanlar 1709 olan daha sonra köşe başında bulunan santral dolayısıyla Santral adını alan sokağımızın başından girip evimize doğru yürürken, PTT kamyonetinin şoför mahallinde oturan adam bana seslenmiş ve 0–1–2 sayılarından birini seçmemi istemişti. Ve bunu birkaç kere tekrar ettirdi. İşte benim istem dışı da olsa ilk Spor Toto oynamışlığım bu şekildedir.

Daha sonra yaşım onsekize geldikten sonra birkaç kez bu tahmin oyununu oynamaya kalkışsam da onüç artı bir olarak bilindiğinde en yüksek ikramiye alınan bu oyunda nedense hiç başarılı olamamış ve neredeyse beşten veya en çok altıdan yukarı çıkamamıştım.

Geçen sene itibariyle de İDDAA olarak adlandırılan ve gene şans oyunu olan ama yaptığınız tahminlerin katsayısına göre kazancınızı kendinizin belirlediği talih oyunundan her hafta birkaç liralık oynamaya başladım. Sonuçta hep negatifteyim ama ufak miktarlarda oynadığım için iki yıllık kaybım kırk, taş çatlasın, elli lirayı geçmez. Bu bana biraz da işten farklı bir alanda dikkatimi yoğunlaştırabilme ve zaten sevip doğal olarak takip ettiğim futbol müsabakalarını daha bir gayretle izleme durumunu getiriyor.

Arabayla seyahat esnasında yalnızsam spor radyolarını takip ediyorum, televizyonda da iddia programlarını eğer ki evin diğer sahipleri yoksa seyretmeye çalışıyorum. Cumartesi sabahları da hem iddaa oynamak için ideal bir gün hem de kızlardan biri okulda kursta diğeri de Almanca dersinde olduğundan televizyon bir saatliğine benim oluyor. İşte bu arada rastladığım bir program var ki komedi programlarında bu kadar gülüp zevk aldığımı hatırlamıyorum.

Son zamanlarda nedense aynen padişahlık sisteminde olduğu gibi bizde insanların çalıştıkları işte başarılı olmaları durumunda nedense çocukları da sanki başarılı olmaları gerekiyormuş gibi aynı iş kolunda çalışmalar yapmak zorunda gibiler. Bunun en ilginç dalı olarak da futbol hakemliğini gösterebilirim. Mesela bir Sadık-Cem Deda, bir Serdar-Cüneyt Çakır babadan oğla geçirilen hanedanlığın en önemli göstergeleridir. Gerçi hakemin baba olması tribünden onlara takılan isimlere göre olası bir durum değildir ama durum böyledir.

Daha önce sporla ilgilenmiş kişilerin çocukları da eğer ki bir baltaya sap olamamışlarsa soyadlarının getirisiyle ve babalarına olan saygıdan gazeteci veya televizyon sunucusu gibi işlerde boy göstermekteler. İsmet Tongo ve oğlu Can; Şansal Büyüka ve kızı Sine; ve asılı benim bu yazıyı yazmama ilham veren Coşkun ve oğlu Murat Özarı.

Coşkun Özarı’yı ne yazık ki futbolculuğu zamanında tanıyamadım ama Milli Takımımızın Teknik Direktörü olduğu ve şerefli 1-0’lık mağlubiyetler aldığımız zamanlarda gayet iyi tanıdım. Kendisi oynamakta ve oynatmakta olduğu sporun adını bile Futbol değil de FUDBOL olarak dillendirdiğinden gözümde hep farklı yere oturttursam da oğlunun televizyon programını seyrettikten sonra bu küçük dil bozukluğunun hiç de önemli olmadığının farkına varıyorum. Rahmetli babam da Galatasaray’da oynayan en sıkı sol ayaklılardan Prekazi’nin ismini hep Prekardi diye söylerdi de sanki onun gibi bir şey. Bu arada GS’de oynadığı zamanlarda Prekazi’ye bir spiker “Yahu sen bu kadar kabiliyetlisin, müthiş bir sol ayağın var, ortaların nefis. Biraz da koşsan iyi olmaz mı?” diye sorduğunda aldığı cevap “Ben üzerine bir de koşsam burada ne işim olur? Gider İspanya’da, İngiltere’de oynarım” olmuş.

Murat Özarı’ya geri dönersek, diyebileceğim tek kelime “muhteşem” olur. Malum şimdilerde televizyonda normal işler yerine abuk işler yapmak, aykırı davranmak, samimi olalım derken işin bokunu çıkarıp sırnaşık ve yavşaklaşmak prim yaptığından ve muhtemelen de bu programın yönetmeni iki kafadar olan Murat Özarı ve Fikret Engin’e işi ciddiyetten uzaklaştırıp biraz sululuk katmalarını istemiş olmalı ki bunlar işi iyice azıtıp işin cılkını çıkarmışlar. Cumartesi günleri sabah onbir gibi yayınlanan programın tekrarı da gecenin bir yarısı yayınlanıyormuş (kendi söylediklerine göre), ve geçenlerde gelen bir mesajda bebeği uyumadığı için gece uyanık duran bir anne tesadüfen bunların programını seyrettikten sonra artık bunların müdavimi olduğunu ve her ne kadar futbolla ilgilenmese de artık bu programı kaçırmadığını belirtmiş. Ben de artık iki elim kanda olsa da bu iki şebeleği seyredeceğim ve herkese tavsiye ederim. Birbirlerine yaptıkları komik olmayan espriler diğerini o kadar güldürüyor ki diğeri de sanki matah bir şey yapmış gibi iyice havaya girip işin suyunu çıkarıyor. Bu yazıyı yazmaya niyetlenince internetten bir araştırıp ne zaman programlarının tekrarı varmış diye bakacaktım ki baytahmin1 (https://twitter.com/baytahmin1) diye bir sitede bunların yaptığı şebekliklerin birer film kopyası var. Bunlara mesaj yazanlara da ayrıca cevap vermeye çalıştıklarından ve bunu doğaçlama yaptıklarından espri kaliteleri yerlerde sürünüyor.

Bu arada yazıyı tekrar okurken, Fikret Engin’i genç yaşta kaybettiğimizi hatırlayıp, bana o güzel dakikaları yaşattığı için Allahtan rahmet diliyorum.

Mesela adamın biri başına saç ektirmeye karar vermiş ve 1500 dolara ihtiyacı varmış. Bunun için bu iki beyefendiden güzel tahmin tüyoları istemiş. Bizim Murat’ın buna yorumu “Yahu saç ektirip de ne olacakmış? Başka şey ektirsin. Mesela Soğan ektirsin. Soğan çıkınca para kazanır” deyince Fikret Engin şaşkınlıkla “Ne yani kafasına soğan mı ektirsin?” diye hayretlerini belirtti. Her programlarında bu ve bunun benzeri abidik gubidik espriler gırla. Tavsiye ederim. Hele bir de bu sitede gördüğüm “Murat Özarı’nın çişi gelince” filmi var ki başlı başına bir olay.

Yazıyı yazarken babadan oğula geçen meslekleri söylemiştim ya herhalde Osmanlının torunları olduğumuzdan bu bizde bir gelenek. Hâlbuki ben bir noter oğlu olarak hiçbir zaman noter olayım diye heveslenmedim. Futbolcularda ise pek rastlanmıyor babası başarılı olup da kendi de öyle başarılı olabilen. Bir Cruyff vardı oğlunu da kendi çalıştırdığı takım olan Barselona’ya sokmuştu ama Jordi’nin pek de başarılı olduğunu söyleyemeyeceğim. Sanki İtalya milli takımında kırkına kadar oynayan Maldini’nin babası da meşhurmuş ama ben ona yetişemedim. Maradona’nın oğlu değil ama damadı şu sıralar meşhurmuş ama o da futbolcu olduktan sonra damat olmuş yani damatlıktan futbolculuğa geçmiş değil. Şarkıcılarda ise Murat sanki Erôl’ün kaymağını yiyor. Ozan ile Kenan da babalarından feyz almışlar ama sanki kendi başlarına bir yerlere geldiler tabi ilk başta soyadlarını kullanarak. Kemal Sunal’ın oğlu Ali de babasının mimiklerine sahip olmasa ve beraber filmde oynamasalar herhalde sanatçı olacak değildi. Babası Selçuk kendi zamanında yakışıklılığı ile bir yerlere gelse de Hakan bana göre hiç de isminin meşhur olmasını hak etmiyor, hatta eş durumu bile kurtaramadı ki Sibel onu dehledi. Sadri’nin oğlu Kerem de ise bir cevher var sanki. Babasının izinden gidip de gidemeyenlerin başında herhalde Seren geliyordur ama Öztürk Bey’in kemikleri de sızlıyordur herhal. Aydın, Erdal ve Tuğrul da babaları gibi siyasete girip de aynı başarıyı elde edememiş şahsiyetler olarak karşımda duruyorlar. İ.Melih ve oğlu Ahmet Ankara’nın birlikte keyfini sürüyorlar, kimse de onlara çüş diyemiyor, sırf bu yüzden Ankaragücü’nün küme düşmesini istiyorum. Çok sevdiğim ve babamın da Diyarbakır’dan tanıdığı Nejat Uygur’un oğulları da tiyatrocu olarak olmasa da şov dünyasında en azından bana keyifli vakit geçirtecek kabiliyetteler. Benim en hoşuma giden tarafları ise yaptıkları işten benim onları seyrederken aldığım keyiften daha fazlasını alıyor olmaları. Müjde Ar, Zeynep Talu ve Şehrazat türlerinde analarının izinde yürüyüp başarılı da olmuş kızları olarak benden hak ettikleri övgüyü alıyorlar.

Sonraki yazı 150 – 2010 Yılbaşısı

148

150

Yorum bırakın