147 – Deneme


11 Aralık 2009

Her hafta Cuma yazısı yazmak artık hem bir görev oldu hem de yazmazsam eksikliğini hissediyor gibiyim. Yalnız bu yazıları yazarken dikkatimi çeken şey yazılarımda üç şeyden bahsedersem hem mutlu oluyorum hem de daha bir keyifle yazabiliyorum.

Birincisi yemek. İlkokul bitene kadar mızmız, iştahsız, keyifsiz, sıska bir çocukken “Allah insanı açlıkla terbiye etmesin” misali aynı şehirde oturuyor olmamıza rağmen gönderildiğim yatılı okulda fazlasıyla burnum sürtülmüş olmalı ki henüz birinci senemi bile doldurmadan gündüzlüye geçsem bile yeme alışkanlığını kazandım. Şimdi ise bu alışkanlığın bağımlılığa döndüğünü görerek kendimi biraz gemlemeye çalışsam da nafile. Bundan dört sene evvel yaz tatili için gittiğimiz “her şey hakikaten dahil” tatil sitesinde yediğim yemeklerden bir hafta içinde aldığım beş kiloyu ne yaparsam yapayım vermem mümkün olmadı. Burada ne yaparsam yapayım derken diyet haricinde ne yaparsam yapayım şeklinde düzeltmem gerekecek. Ama yemekler de hakikaten tadına doyulmaz güzellikteydiler. Sadece bir öğle yemeğinde Japon mutfağı şeklinde mutfağın yarısını kaplayan suşi ve şürekâsını dışlamak dışında atalarımızdan gördüğümüz masaya gelen her şeyden yemek ve tabağına koyduğunu bitirme prensibinden zerre kadar taviz vermediğimden yedi günlük tatil esnasında beş kilo birden alıverdim. Ama çok da güzeldiler yahu. Gün çarşambaya geldiğinde midemin isyanı had safhaya vardığından o öğle yemeğinde yememeye karar verdim ve sadece bir salata ile geçiştireyim dedim. Dedim ama, tabağıma aldığım salata ile dört kişilik bir ailenin açlık sınırı geçilebilirdi. Hele bir Türk günü oldu ki kendime hazırladığım birbuçuk İskender Kebap o kadar muhteşem geldi ki sonuçta tabağımı silip süpürdükten sonra bir tabak daha hazırlamaya karşı koyamadım. İnanın o kendi hazırladığım tabaktaki lezzeti benim kıymetli Cemal Cemil veya İskenderoğlu’nda bulamıyorum ne yalan söyleyeyim.

Benim bu yemek konusunda yazılarımda biraz da okuyanları provoke edip imrendirerek akıllarına “eşeğin aklına karpuz kabuğu getirmek” gibi kışkırtan radyo programcısı Nihat Sırdar var. O da iş dönüşü saatlerde dinlediğim programlarında (şimdilerde SHOW RADYO İstanbul 89.8)sözü mutlaka yemeğe getirip öyle iştah açıcı, imrendirici şeyler anlatıyor ki programa interaktif olarak cep telefonu mesajlarıyla katılanlar gelmiş geçmiş tüm ecdadı hakkındaki iyi düşüncelerini yolluyorlar. O da bunları okuyunca iyice bir gaza gelip yeme konusunda anlattıklarını öyle bir hale getiriyor ki ben de imrenme konusunda gaza gelmiyor değilim.

İkincisi seyahat anılarımı yazmak. Şöyle bir geriye dönüp baktığımda bir hayli zamanımı yurtdışında geçirmiş olduğumu görüyorum. Üstelik iş için olanların oranı bayağı küçük. En uzun seyahatim Amerika’da kendi başıma yaptığım millerin sayısı ve gördüğüm eyaletlerin sayısı hiç de azımsanacak değil. Üstelik bir hayli de atraktif yerlerin portföyüme dahil olduğunu söylemeliyim. Avrupa’da da doğu bloku haricinde görmediğim komşumuz Yunanistan’dan başka bir İsviçre ile Portekiz kaldı. Buraları gezip görmüş olmaktan mutlu olmamın yanı sıra imkanı olanlara evlenmeden önce gezmelerini tavsiye ederken evlenince de balayı için Fransa’yı tercih etmelerini fazlasıyla tavsiye ediyorum.

Benim gezdiğim sıralarda Amerika düşmanlığı bu kadar şiddetli olmadığından benim iki ziyaretimde de hem çok keyif almış hem de döndükten sonra anlattıklarımla gıpta edilmiştim. Şimdi geriye baktığımda San Fransisko, Yosemite, LasVegas, Los Angeles dörtgeninde geçirdiğim saatlerin, kumar oynamak dahil, keyfinin damağımdaki lezzeti hala geçmemiştir. Disneyland’da geçirdiğim zamanda da bilhassa hızlı trenlerin adrenalinimi tepeye vurdurmuş olması genlerime kadar işlemiş olmalı ki kızlarımın ikisi de bu lunapark eğlencesi yönünden annelerine değil de bana çekmiş durumdalar.

Üçüncü konum ise spor ve özellikle futbol. İyi bir spor seyircisi olduğumu biliyorsunuz. Üstelik de iyi niyetli bir spor seyircisiyim. Tribün anarşisini bitirmek için benim gibilerin çoğunlukta olması gerekiyorken holiganlar yüzünden kaç zamandır elimi ayağımı tribünlerden çekmiş vaziyetteyim. Galatasaray’ın meşhur Neuchatel zaferini çıplak gözle Yeni Açık Tribünden seyrederken yanımda sahaya bozuk para atanları uyardığım da vakidir, hani maçtan sonra atılan bu paralar yüzünden bir yedek oyuncunun kafasından yaralanmasını bahane edip hükmen yenik sayılabilmeye ramak kalmışken. Ama ne coşkuydu o öyle. Dördüncü gole kadar her gol bir hayli coşkuyla karşılansa da dördüncüde mutluluktan uçan bizler beşinci golle kendimizden geçmiştik. Herkesler birbirlerine sarılırken tribünde oturduğum yerden birkaç basamak aşağıya hep birlikte inmiştik. Hani İspanyolların kale arkası tribünlerinde gol sonrası insanların adeta bir su gibi aşağıya doğru ama bir bütün olarak akmaları gibi. İşte biz onu doğaçlama olarak yapmıştık. Hâlbuki onlar golü o hareketle kutluyorlar.

Dördüncü konum ise tanıdıklarım ve aile büyüklerimi yazmak. Kişilerin tipik özelliklerini onları biraz alıcı gözüyle bakıp da düşünürsem biraz da mizah kattığımda beni bile keyiflendiriyor yazılarım. Hele yazdığım kişi artık aramızda değilse hüzün değil de o kişiyi tanımış olmanın ayrıcalığını yaşama keyfine varıyorum. Mesela tavla ile ilgili yazarken ninemi, dedemi ve amcamı andığımda onlarla oynadığım zamanlara geri dönüp “iyi ki yaşamışım bu anıları” diyebilmenin tatlı huzurunu yaşıyorum.

Hepsinin en güzeli de bir yazı yazdığımda bir tepki almak. Cuma yazılarından cevap var mesajını gördüğümde keyfim anlatılmaz oluyor. Ama bir de aralarda gönderme yapmış olmama rağmen adeta duvara söylemiş gibi geçen yazılarım var ki bazen şüpheye düşmüyor da değilim hani acaba mesaj yerine ulaşmadı mı diye.

Sonraki yazı 148 Taşınma

146

148

Yorum bırakın