142 – H1N1


6 Kasım 2009

Biliyorsunuz ve duyuyorsunuz ama muhtemelen sizler de benim gibi neler oluyor anlayamıyorsunuz. Bahsettiğim şu domuz gribi ya da daha bilimsel adıyla H1N1 virüsü. Daha hiçbir şeyler belli değilken elli milyon doz aşı sipariş ediliyor. Bunların hangi aşamalarda kontrol edildiği belli değilken daha doğrusu soruşturulmaya başlarken birden insanlarda salgın hali baş gösteriyor, peş peşe ölümler olup artık çetele tutulmaya başlanıyor.

Hani komplo teorisi şeklinde sırf aşıları gerekli göstermek istermiş gibi insanlara acaba bir şeyler mi bulaştırılıp aşı olmaya ve aşı stoklarını bitirtmeye mi çalışılıyor, yoksa hakikaten yerinde saptamalarla önlemler tam da vaktinde alınıp olması gerekenler yapılıp halk sağlığı düşünülmüş mü acaba. Her ne ise sonuçta kendimize fazlasıyla dikkat etmemiz gerektiği kesin. Hasta olması muhtemel kişilerle fazla haşır neşir olmamak ve temizliğe ve gıdamıza eskisine göre daha fazla dikkat etmemiz gerekiyor.

Bu gıdaya dikkat etmek benim ilkokulu bitirdiğim günden beri hiç aksatmadan dikkat ettiğim bir olgu. İlkokulu bitirip de Anadolu Lisesi sınavlarına girip, ki o zamanlar adı Maarif Koleji idi, İzmir’de oturduğumuza göre tek seçenek olan Bornova’yı kazandıktan sonra ne hikmetse annemler beni yatılı olarak yazdırmışlardı. Herhalde ilkokul esnasında yemeğime fazla dikkat etmediğimi görüp burnumun sürtülmesi için yazdırdılar diye tahmin ediyorum. Ama sonuçta insanın açlıkla terbiye edildiği zaman ne de güzel terbiye edilebildiğini bizatihi öğrendim. Her ne kadar öyle ufak tefek olmasam da zannedersem yemeklerde dağıtım yapılırken kendim için bir şey istersem namert gibi görünmek istemediğimden muhtemelen aç kalıyordum.

Yatılı olarak okuluma devam ediyor olsam da o zamanlar henüz cumartesileri resmi tatil günü olarak kabul edilmemiş olduğundan, ki resmen hala daha cumartesileri resmi tatil olmayıp normal çalışma günü olarak kabul ediliyor, çarşamba ve cumartesi günleri yarım gün ders olduğundan pazartesileri evden çıkıp da gittiğim okuldan çarşamba öğlenleri tekrar eve dönüp o akşamı evde geçirdikten sonra perşembe sabahı tekrar okula gidip gene iki gece okulda yatıp cumartesi günleri öğleyin eve dönerdim. Eve döndüğümde de nasıl bir açlık hissediyorsam, hem yemeklere hem de meyvalara saldırırdım. İşte o gündür bugündür meyva konusunda bir zaafımın olduğunu söyleyebilirim. O kadar ki çay içerken bile meyva yiyebilirim. Ya huyumdan ya suyumdan gibi eşimi de bu konuda etkilemiş olmalıyım ki o da meyva konusunda iyi bir tüketici oldu.

Şimdi gribi ve gıdaları bir kenara bırakıp da o yatılı günlerime geri dönersek, çarşambaları eve dönmek çok kârlı oluyordu. Her ne kadar televizyon yayınları daha fazla gelişmemiş olsa da çarşamba günleri Avrupa kupalarından maç yayını olduğundan saat sekizden sonra evde müsaade alabildiğim tek izin bu maçlardı ve o zamanlarda seyredebildiğim nadir maçlarda tuttuğum takımlar olurdu. Mesela bir ara üst üste Bayern Münih şampiyon olmuştu ki şimdilerde olduğu gibi o zamanlarda da Alman takımlarının maçlarını seyretmek bana hiç zevk vermezdi ve ben hep onun rakiplerini tutardım. Ne zaman ki Ajax takımı toparlanıp Avrupa’da söz sahibi oldu, ben de sıkı bir Cruyff hayranı oldum. Hatta diğer takım arkadaşlarını da aynı zevkle seyreder olmuştum. Şimdilerde Galatasaray’ın yardımcı antrenörü olan Neeskens de sevdiğim adamların arasında yer alıyorlardı. Ama o zamanların bende en ağır basan takımı Liverpool olmuştu.

Daha sonraları Türkiyede antrenörlük yapan Toschak ve Ulubatlı Souness o zamanların ünlüleri arasında yer alıyorlardı. Ben o sıralar babamın ara sıra beni götürdüğü maçlarda gördüğüm “bir zamanlar çimendi” olan toprak sahalarından sonra en fena kış durumunda bile top hakimiyetini kaybettirmeyen yemyeşil, ki onların öyle olduğu siyah beyaz televizyonlarda bile belli oluyordu, sahalarda oynanan futbola gıpta ile bakıyordum.

Gıda alımına tekrar geri dönersek, farklı zamanlarda farklı gıdalara meylettiğim olmuştur. Üniversite eğitimim esnasında hafta içi her akşam yarım litre süt içerdim. O zamanlar süt ya sokak sütçüsünden ya da pastörize edilmiş olarak SEK’ten alınırdı. Süt sokak sütçüsünden alınırsa mutlaka kaynatılırdı. Ama ne hikmetse herhalde her iki ya da üç seferde bir süt taşıp hem ocağı batırır hem de tencerenin dışında siyah bir leke bırakırdı.

Neyse sonra SEK süt çıktı da hem hanımlar rahatladı hem de benim gibiler rahatlıkla süt içebilir olduk. Okul dönüşü Kadıköy çarşının bize yakın ucunda bulunan SEK dükkânından mutlaka günlük sütümü almak üzere uğrayıp eve öyle geliyordum. Akşam televizyon seyrederken de lavaboda şişesini yıkadıktan sonra üzerinde baskılı gün damgası olan alüminyum kapağın tam ortasına uygun bir güçle bastırıp yanlarından araladıktan sonra kenarlarından tutup kapağı açtığım yarım kilo sütü afiyetle mideye indirirdim.

Aynı dükkânda bir ara da meyve suları satılmaya başlandı ama hep SEK ürünü. Farklı şeylere, daha doğrusu, ortada olmasına rağmen insanlardan fazla rağbet görmeyen şeylere karşı olan muhtemelen de biraz üretilmişe olan saygımdan gösterdiğim ilgiye örnek olarak “Mango Suyunu” gösterebilirim. Nihayetinde fazla seviyor olmasam da uzun süreler mango suyu içtim. Ama ne zaman ki içindekileri okuyup içeriğinde bulunan “Fermente Peyniraltı Suyu”nu gördüğümde Mango’dan soğuyuverdim. Ama süt ve süt ürünleri satan bir firmanın ürettiği şeyin içinde bir peynir türevinin bulunması ne kadar doğalsa da, “bu kadar da değil” diyerek Mango ile olan ilişkimi bitiriverdim.

Bundan bir süre sonra da üniversite eğitimimi tamamladıktan sonra süt olayını da kapatınca SEK’e pek uğramaz oldum. Bundan bir süre sonra da SEK dükkânı önce biraz atılım yapmaya çalışır gibi sattığı malları arttırmaya çalışsa da esas büyük darbeyi benden gelen para muslukları kesildiğinden topu atıp kapandı.

Süt deyince aklıma gelen bir başka ve nispeten yeni olay da yazlarımızı geçirdiğimiz Artur’da kızım daha küçükken siteye süt getiren bir sütçü ile anlaşmıştık. Biraz da nostaljik olması açısından yaptığımız bu süt alışının bir keresinde annem sütü çok duru bulmuş. Tesadüfen Ayvalık’a taptığımız bir gezi esnasında yolda sütçüyü gördüğümüzde annem ona bir şeyler söylemek üzere bizi durdurup adama seslendikten sonra

süt niye bu kadar duruydu?

sorusu karşılığında aldığımız cevaptan sonra bir daha açık süt olayına tekrar girmemek üzere son verdik.

Niye duru olsun ki abla? İneğim aynı, sütüm aynı, oranım aynı

dedi ve ne dediğinin farkına vardı ama süte su eklediğini bu kadar açıkça afişe ettiğine merkepler gibi pişman oldu ama ağız torba değil ki büzesin misali iş artık işten geçmişti.

Süt deyince gene bir iki hafta önce okuduğum bir yorum haberde bir doktor sütün sadece çocuklara ve ineklere faydalı olduğunu, sütten beklenen faydanın sütten daha fazlasıyla marulda olduğunu söylerken acaba sadece dikkat çekip meşhur olmak için mi böyle demeç veriyor sorusunu aklıma getiriverdi. Ben delikanlılık zamanlarımda sütten ziyadesiyle faydalandığımı zannedip, ki cüssemi muhtemelen meyva ve süte borçlu olduğumu söyleyebilirim, herkeslere sütü tavsiye ederek bu haftayı da kotarmanın keyfini sürmeye başlayabilirim diye düşünüyorum.

Sonraki yazı 143 Seyyarlar

141

143

Yorum bırakın