104 – vize


30 Ocak 2009

Şöyle bir geriye dönüp baktığımda yazılarımda iki konuyu yazarken bir hayli detaya girebiliyorum. Bunlardan bir tanesi yeme ile ilgili olanları. Neden derseniz, eğer sevdiğim bir yiyecekse yazarken bile o lezzeti damağımda hissedebiliyorum. Ayrıca ben bu zevki alabiliyorsam benden bunu duyup da birileri aynı hissi hissedebilsin, aynı duyguları yaşayabilsin diye. Ama tabi yeme imkanı yoksa da hafiften bir sadistlik hissi de uyanmıyor değil içimde.

İkinci konu ise gezilerim. Bilhassa da yurtdışına yaptıklarım. Yolculuk zaten hoş bir olgu olduğundan illa yurtdışına gitmek gerekmiyor ama seyahate çıkıp bir de hedef gavur illeri olunca tadından yenmiyor, peşinden de insanın oturup yazası geliyor. Hem “yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat” klişesinin gereğini yerine getirmek için hem de gördüklerini anlatırken yediklerini de kendine saklamayıp yazınca olay daha geniş boyutlara ve çok sayfalara varınca daha da iyi oluyor.

Şöyle bir düşününce de genellikle yurtdışı seyahatleri bende nesri hislerimi neden bu kadar depreştiriyor diye, benim yetişme zamanlarımda yurtdışına gitmek başlı başına bir olaydı. Türk filmlerinde zenginler genellikle sanki çok doğalmış gibi zırt pırt seyahat ediyorlarsa da kazın ayağı hiç de öyle değildi. Mesela Turgut Özal’dan önce cepte yabancı birimli para taşımak suçtu. Yurtdışına gideceklere özel izinle tam beşyüz dolar döviz alma hakkı verilirdi. O zamanlar kredi kartı diye bir olgu da olmadığından bu para ile ne kadar süre ile dışarıda yaşanabilirdi bilemiyorum.

Yurtdışına gitmek zaten zordu da gidebilenlerin dışarıya döviz kaptırmasını engellemek için bir aralar yurtdışında çalışanlar haricindekiler için kısıtlama getirildi. Bir ara en sık üç senede bir seyahate gidilebilirdi. Yalnız o zamanlar ola ki bir yerlerden döviz edinebilirseniz istediğiniz gibi özgürce her ülkeye seyahat edebilme şansınız vardı. Yani üç beş ülke haricindekiler bizden vize, mize istemiyorlardı.

Mesela o zamanlar teyzemlerin ninem ve dedemi alarak çıktıkları ve Macaristan, Yugoslavya, İtalya, Almanya, (muhtemelen) Fransa dolaşıp yaptıkları gezi benim için gezilerin gurusu olmuş olup belki emekliliğimi çalışarak değil de oturarak yaşayacağım zamanlarda illaki yerine getirmeyi istediğim bir hedef olarak önümde durmakta.

Tabi o zamanlar tüm işlemler kağıt üzerinde çalıştığından, yani henüz e-devlete geçilmemiş olduğundan, pasaport almak bile bir olaydı. Biz 1975 yılında İzmir’den İstanbul’a taşınıp, babamın ileri görüşü sayesinde nüfus kaydımızı naklettirmiş olsak bile zannediyorum on senelik süreyi doldurmadığımızdan, 1982 yılında ilk yurtdışı seyahatimi yapmak üzere pasaport almak için başvurduğumda neredeyse bir ay boyunca ilk kütüğümüzün kayıtlı olduğu Diyarbakır’dan yurtdışına çıkmamda bir mahzur olmadığına ilişkin yazının telgrafının gelmesini beklemiştim.

Türk vatandaşlarına vize zorunluluğu da o sıralarda artık yavaştan getirilmeye başlanmıştı. Mesela benim o ilk yolculuğum sırasında transit olarak karayolundan gideceğim ülkelerden vize isteyenlerin konsolosluklarına uğrayıp vizelerimi tamamlamıştım. Yolculuğum otobüsle Almanya’ya, oradan da trenle İngiltere’ye kadar uzanacağı için güzergah üzerinde vize isteyen ülkelerden Almanya ve Belçika vizelerini tamam etmiştim.

Yolculuğun ilk ülkesi Bulgaristan’dan geçişimiz tamamen karanlık saatler içerisinde oldu ve tamamlandığında saatler gecenin üçünü gösterdiğinden orayı gözlemleyememiştim. Ancak karanlıkta geçtiğimiz caddelerin ıssızlığı ve caddelerde aydınlatılmış tabelalardaki kaba ama sağlam olduğu her halinden belli olan Demirperde hisleri beni az tırsıtmadı. Yugoslavya’ya geçtiğimizde rahat bir nefes aldığımız itiraf etmeliyim. Yıllar sonra aynı yoldan İtalya’ya giderken Bulgaristan vize istememişti ama kazık kurdan adam başı yirmişer Mark veya onar dolar bozdurtup karşılığında Leva vermişti. Biz de dönüşte o kullanamadığımız ve dört kişinin gidiş dönüş onardan 80 doların karşılığı levalarla iki aile tam tekerlek, aile başına ise yarımşar tekerlek kaşkaval alıp dönüşümüzde afiyetle yemiştik. Sonradan pek çok kez Bulgaristan kaşkavalı yedim ama o lezzeti hala unutamıyorum, ekmeği bile gerektirmeden sade olarak bile yenilebiliyordu.

Sonraki kapımız ise Avusturya idi. Her ne kadar hazretler bizden vize istemiyorlardıysa da bizim geçişimize Almanya vizemiz olduğu için razı oldular. Bu arada tabii ki pasaportunda Almanya vizesi olmayan ve tek eksiği alnına “ben Avusturya’ya kaçak işçi olarak gidiyorum” diye yazılmayan bir kaçak işçi adayının Yugoslavya sınırında alıkonulması vize istenmese de girişlerin artık zorlaştırıldığının en sıkı kanıtıydı. Zaten birkaç zaman sonra onlar da koydular!

İşin en komik yanı benim içinden trenle transit geçeceğim Belçika vizesinde yazanlar yüzünden olmuştu. Pasaporttaki ibarede ülke girişinde “mutlaka pasaporta giriş damgasının tatbiki gerekiyor” yazısı yüzünden trende bilet kontroluna gelen tüm kondüktörlere pasaportumu uzatmıştım. Adamlar ve de kadınlar da her seferinde bana acayip bakışlarla bakıp benden bilet istediklerini Fransızca olarak belirtmişlerdi. Yani her ne kadar vizem olsa da vizenin gereğini yerine getiremediğimden rahatsız olmuştum.

Vizeyi en kolay aldığım ülke ise İsveç olmuştu. Kurs için Almanya’dan aldığım vizemi takiben, bari oraya gitmişken İsveç’te oturan akrabalarımızı da ziyaret edeyim diyerek Alman konsolosluğundan çıktıktan sonra uğradığım İsveç konsolosluğuna benden işyerimden getirmem gereken bir yazıyı verdikten sonraki 2 saat içerisinde vizemi almıştım. O da çok enteresan olmuştu Cuma saat onbir buçukta istedikleri belgeyi verip saat ikide de almıştım. Tabi bu arada cumartesi günü yola çıkacak olduğumu da söylemeliyim.

Aldığım bir başka kolay vize de Hollanda’dan olmuştu. Yeni Dünya’ya seyahate giderken gidişte ve dönüşte Amsterdam’da uzun süreli aktarma bekleyişleri olacağından yolculuk öncesi Felemenklerden üç ay süreli transit vizemi almıştım. Ama bunun salaklık olduğunu kendilerinin de kabul ettiği şekilde transit vizesi üç ay için çok girişli olarak verilmiş ama ilk girişten sonra 7 gün içinde geçerliliğini yitiriyormuş. Böyle olunca Amerika’da 3 hafta kalan bendeniz dönüşümde vizemin beni sınırdan geçirmeye muktedir olmaması yüzünden sınırdan geçici vize almak zorunda bırakılmıştım. Yani adamlar aynı sayfaya bir başka damga daha atarak sanki yeni bir vize vermiş gibi oldular. Ama her şey prosedüre uygun olarak işlemişti.

Vizesiz yolculuğun en güzeli ise Kıprıs’a yapılan seyahatlerdir. Oraya giderken dış hatlar terminali kullanılıyor olsa da değil vize, pasaportun bile gerekmemesi el ve kolların sallanarak kapılardan geçip uçağa varmak çok da hoş oluyor. Hele ki para birimi de kendi kullandığımız lira olunca sanki seksen ikinci vilayete gidilmiş gibi bir hisle doluyor insan. Eskiden bu sayı altmışsekizdi ve Zonguldak en son ildi. Her seçim öncesi partiler tarafından her ilin en büyük ilçesinde 68 plakalı araçlar gezdirilerek “Sizi il yapacağız” hesabı oy toplanmaya çalışılırdı. Yalnız ilginçtir şimdiye kadar 2 defa Kıprıs’a gittim. İlki günü birlik olarak bir hazır beton tesisine teklif vermek üzere götürüldüğüm Lefkoşa’da turist mevsimi olmadığından dolayı yediğimiz acayip yemek yüzünden yazılacak bir şeyim olmadı. Peşinden gittiğim ikincisinde bin bir izzet ikram götürüldüğümüz ve beni hamile eşimin mikrop kapmasından endişeye düşürecek salaşlıktaki lokantada “yemek mi yedim, dayak mı?” sorusunu sorduracak üstelik bütün günü aç geçirip akşam yiyeceğimiz iftarın o doyumsuz, iştah açacak ve yerken şükretmeyi gerektirecek yemek için diyeceğim tek şey “Allah insanı açlıkla terbiye etmesin” lafıdır. (Konu ile daha detaylı bilgi 64 numaralı “Cuma Cumaları” adlı yazımda bulunabilir.)

Sonraki yazı 117 Televizyon

103

105

Yorum bırakın